Halid Berri
TT

Hilafetin çöküşünden Yeni Zelanda’daki teröre

Osmanlı hilafetinin çöktüğü dönemde Arap dünyası, bu hilafetin yerine geçecek Arap hilafetiyle ilgili alternatif fikirlerin ortaya atıldığına şahit oldu. O dönemde büyük devletler, imparatorluk ya da sömürgeci güçlerdi. Bunun için siyasi anlamda imparatorluk sözcüğü, yabancı bir sözcük değildi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden(1924) bir yıl sonra Mısır Kralı Fuad, Kahire’de düzenlenen bir konferansta kendisini Müslümanların halifesi olarak ilan etmeye hazırlanıyordu. Fakat bu düşünce, yeterli ölçüde destek görmedi. Çünkü ulusal Mısır devleti, buna uymayan 1923 anayasasının bir ürünüydü.
Konferansın düzenlendiği yıl Ezher Şeyhi Ali Abdurrazık’ın bir kitabı yayımlandı. Abdurrazık, bu kitapta hilafet düşüncesini çürütüyor ve bu düşüncenin o dönemde dünya imparatorluğundan etkilenmiş bir yönetim biçimi olduğunu iddia ediyordu. Abdurrazık, bu düşüncenin din ya da ibadetle ilgili bir konu olmadığını söylüyordu. Yine Abdurrazık, İslam tarihinde tek bir halifeye şahit olunmadığını, aksine iktidara gelmeye çalışan çatışma içerisindeki imparatorluklara şahit olunduğunu ifade ediyordu.
Tabi kitap, Kral Fuad’ın düşünceleri nedeniyle siyasi bakımdan kritik bir dönemde yayımlandı. Dönemin Adalet Bakanı Abdülaziz Fehmi’nin itirazına rağmen Ezher, konuya müdahil olarak Şeyh Ali Abdurrazık’ın ‘din âlimi’ sıfatını elinden aldı. Adalet Bakanı Abdülaziz Fehmi, bu karara tepki olarak görevinden ayrıldı.
Olayların arka planında Mısırlı Aziz Paşa adında bir şahıs ortaya çıktı. Aziz Paşa, Türk ordusunda bir subaydı. Daha sonra Kral Fuad’ın ordusuna katıldı. Kral Fuad, Aziz Paşa’yı oğlu Prens Faruk’un özel eğiticisi olarak tayin etti. Prens Faruk, 1937 yılında babasının tahtına geçer geçmez Aziz Paşa’yı Genelkurmay ve Mısır ordusunda genel müfettiş olarak atadı.
1941 yılında Mısırlı Aziz Paşa, Mısır Hava Kuvvetleri’ne ait bir uçakla kaçmaya çalıştı. Fakat uçaktaki iki askeri şahsın yanı sıra Aziz Paşa’ya baskın yapıldı. Bu askerlerden birisi, Hür Subaylardan biri olan Abdulmünim Abdurrauf’tur. Aynı zamanda Abdurrauf, 1954’ten önce Devrim Komuta Konseyi ve Müslüman Kardeşler(İhvan) Cemaati üyesiydi.
Aziz Paşa, Hür Subayların manevi lideri olup Hür Subaylarla İhvan arasında birleştirici bir halka konumundaydı.
Osmanlı İhvan Cemaati’nin ortaya çıkışı, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş yıllarına yoğunlaşan diğer bir olaydır. Çöküşten tam 4 yıl sonra Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden ortaya çıkartmak, temel siyasi bir amaca dönüştü. Bugünkü ifadeyle amaç, hilafet adı altında Osmanlı hakimiyetini bölgeye yeniden getirmekti.
Hilafetin tahta geçme isteğinden dünyevi bir mülk olduğunu söyleyen söz konusu kitaba yönelik sert öfkeye, hilafeti yeniden getirmek için ortaya çıkan cemaatten Arap Hilafeti düşüncesine –ki Arap Hilafeti, daha sonra Arap milliyetçiliği olarak isimlendirildi ve Mısır’da bu düşünceyi Hür Subaylar üstlendi- kadar bu gelişmeleri şu an birbiriyle irtibatlandırabiliriz.
Gelişmeleri birbiriyle ilişkilendirdiğimizde hilafet düşüncesinin etkisinden kurtulamadığımızı ve bu düşünceyi yeniden biçimlendirdiğimizi görürüz. İslam ve Arap kimliğiyle imparatorluk yanlıları, zaman aşımına uğrayan bu düşünceyi kuşaktan kuşağa aşılamaya, ders kitaplarına yerleştirmeye ve bu çerçevede sahte bir tarih şekillendirmeye başladı.
Bu, en gelişmiş imparatorluklarda hezimete uğrayan bir düşüncedir. Bu düşünceyi Hitler Almanya’da, Mussolini de İtalya’da canlandırmaya çalıştı. Yine Japonya da bu düşünceyi canlandırmaya gayret gösterdi.
Bu, günümüzde ulusal devleti ve devletin siyasi imajını sekteye uğratan bir düşüncedir. Ulusal devletler kuruldu ve devam etti. Fakat ulusal devletler, dışa bağlı kalarak içeriden sürekli tehdit edildi. Belki farklı durumlarda bu bağlılıklar, açık bir ihanet olarak addedildi. Fakat bu bağlılıklar, dini ya da milliyetçi bir duygu olarak itibar gördü. Ulusal devletler, nice gelişme ve huzur fırsatını kaçırdı. Bu durumun sebebi ise, sınır ötesi bağlılıktı.
Şu ana kadar kriz içinde yaşamaya devam ediyoruz. Fars merkezli Şii ve Osmanlı merkezli Sünnilik bölgeye yeniden hâkim olmaya ve sözde hilafet merkezini beslemek için ulusal devletleri yok etmeye çalışıyor. Bu düşüncenin sahiplerinin Tahran ve Ankara’yı güçlendirmek için ulusal devletleri göz ardı etmeleri, umutsuzluğa sevk etmektedir. Bu düşüncenin İhvan, el-Kaide, DEAŞ ve Hizbullah gibi farklı versiyonlarını görüyoruz.
Yeni Zelanda’daki terör saldırısının ardından kriz, yeni yüzünü gösteriyor. Taraftarlarının Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak takdim ettiği Recep Tayyip Erdoğan, Batı’yla olan siyasi çatışmasında bizim adımıza konuşmaya devam ediyor. Asırlardır Osmanlı İmparatorluğu’nun yükünü taşımamızın ardından Erdoğan, Avrupa’yla olan tarihi çatışmaların yükünü bize taşıtmak istiyor. Erdoğan, bizim Osmanlı İmparatorluğu’nun askerleri olduğumuzu söylüyor. Medya ekibi, bu konuda Erdoğan’a yardım ediyor. Arap ve Batı medyasında bizim adımıza konuşma yapıyor. Bu çatışmada en zayıf halka olan Müslüman azınlıkların oylarını kendi tekeline alıyor.
Bu düşüncelerin din adına sağlamlaşıp yayılmasına müsaade ettiğimiz zaman şu an kendimize karşı işlediğimiz suçu fark ediyoruz. ‘İslam ve Yönetim Usulü’ adlı kitabın çıkış yıldönümünde Ali Abdurrazık’ın 1925 yılında ileri görüşlü bir şahsiyet olduğunu ve ulusal devletlerin öncülerinin de uzak görüşlü kimseler olduklarını anlıyoruz. Hepsi de geçmiş asırda yaşadı. Bizim bir kusurumuz yok.