Dr. Halid bin Nayef el- Hebbas
Arap Birliği Genel Sekreteri’nin Siyasi İşlerden Sorumlu Yardımcısı
TT

Zirveler diplomasisi: Zaman ve mekânın kutsallığı

Suudi Arabistan, bölgeye yönelik tehditlerin arttığı bir dönemde Mekke'de Körfez, Arap ve İslam olmak üzere üç zirveye ev sahipliği yapıyor. Bu üç zirveyi, düzenlendiği zaman ve mekân açısından farklı kılan ortak paydalar ve içerikler var.
Bu zirvelerden beklenen netice, Arap ulusunun karşı karşıya kaldığı tehlikelerin ve zorlukların aşılmasıdır. Bu zirveler, Suudi liderliğinin Arap ve İslam ülkeleri arasındaki koordinasyon, istişare ve işbirliğini arttırmaya verdiği önemi yansıtıyor.
Öncelikle bu zirvelerin düzenlendiği yerin maneviyatı ve kutsallığı var. Zirvenin Mekke'de yapılması, bu buluşmaya manevi bir karakter kazandırıyor; katılımcı delegelerin kardeşlik, işbirliği ve dayanışma ruhunu rahatlıkla yansıtabileceği bir mekândan bahsediyoruz.
Zirvenin mağfiret ve bereket ayı olan mübarek Ramazan ayında yapılacak olması, mekânın kutsallığını tamamlayan başka bir boyut olarak yansıyor. Müslümanların ve Arapların benliklerinde bu mübarek ayın bambaşka bir yeri vardır. Ramazan, zaferlerin kazanıldığı, dualara icabet edildiği ve kulluğun zirve yaptığı bir aydır.
Zirveyi önemli kılan diğer bir husus da ele alınacak konulardır. Özellikle olağanüstü Arap zirvesinde, BAE karasularındaki ticari tankerlere yapılan saldırıların yanı sıra, Husi milislerinin sorumluluğunu üstlendiği Suudi Arabistan'ın petrol tesislerine insansız hava araçlarıyla (İHA) yapılan saldırılar tartışmaların merkezinde yer alacak.
İran ve bölgedeki kollarının, başta Körfez bölgesinin güvenliği olmak üzere bölgesel güvenlik ve istikrar için bir tehdit oluşturması da ele alınacak diğer konulardır.
Her ülkenin gerçekleştirmek için çabaladığı en önemli amacın vatandaşlarına ve kazanımlarına güvenlik ve istikrar sağlamak olduğunu hepimiz biliyoruz. Çünkü kalkınma, gelişme ve ekonomik büyüme gibi pek çok şey bununla bire bir ilişkili. Hatta güvenliği sağlamanın maliyeti genellikle yüksektir, dolayısıyla devletler, askeri kaynaklarına ve bunlarla ilgili askeri işbirliği anlaşmalarına dayanmak, askeri ve stratejik ittifakları güçlendirmek de dâhil olmak üzere, bu amaçla birçok yol izlerler.
Çoğu zaman amaç, saldırganlığı engellemek veya caydırıcılığı sağlamaktır, bunu yapabildiğinizde herhangi bir eylemde bulunmadan önce saldırganın defalarca düşünmesini sağlamış olursunuz.
Ayrıca, bu saldırılar, sadece belirli bir ülkeye yönelik bir saldırı teşkil etmemektedir. Bilakis Arap ulusal güvenliğini ve uluslararası güvenliği ilgilendiren boyutları vardır.
Uluslararası ticaret için önemli bir arter olan deniz geçiş güzergâhlarını denetlemek bu bağlamda önem kazanmaktadır. Dolayısıyla, Körfez ülkelerine yönelik herhangi bir tehdit veya saldırı, enerji fiyatlarının ve aynı zamanda küresel ekonominin istikrarına yönelik açık bir tehdit kabul edilmektedir. Bu nedenle, bu gibi durumlarda, uluslararası toplum uluslararası barış ve güvenliğin korunmasına ilişkin sorumluluklarını üstlenmelidir.
İran ve bölgedeki milisleri, bölgenin yaşamış olduğu krizler ve istikrarsızlık sürecine bir şekilde katkıda bulundu. İran dış politikasının, ulusal güvenlik için ilk savunma hattının kendi sınırlarına değil, komşu ülkelerin topraklarına denk geldiğini düşündüğünü söylersek abartmamış oluruz. Bu stratejik doktrin, 16. yüzyılın başlarında Safevi devletinin kuruluşundan bu yana devam etmekte ve giderek de gücünü arttırmaktadır.
Ne yazık ki, bu saldırgan emperyal yaklaşım, Tahran'daki karar alma mekanizmasına egemen olmuş durumda; ideolojik devrimci boyut ise meseleyi daha da karmaşık hale getirmektedir.
Arap devletleri savaş taraftarları değildir, savaş da istemiyorlar, zira savaşın kazananı yoktur.
Nitekim bölge savaşın acılarını birebir yaşadı, dolayısıyla barış, istikrar ve kalkınmayı istiyorlar. Ancak bu yönde İran'dan ciddi bir istek görmüyorlar. Aksine, İran’ın bazı Arap ülkelerinin egemenliğini ve istikrarını ihlal etme yönünde büyük bir kararlılık içinde olduğunu görüyoruz; öyle ki bazı İranlı liderlerin Tahran'ın dört Arap başkentini kontrol etmekle övündüğüne şahit oluyoruz.
Bu ifade, kesinlikle uluslararası hukukun ilkelerine, uluslararası normlara ve sözleşmelere, iyi komşuluk ve Müslüman kardeşliği ilkelerine aykırıdır. Bu türden açıklamalar, İran’ın saldırgan ve emperyal niteliğini yansıttığı gibi Arap onurunu da zedelemektedir.
Arap devletleri, İran’la karşılıklı saygıya, devletlerin iç işlerine müdahale etmemeye, güç kullanmamaya veya tehdit etmemeye, mezhepsel ve ırksal çatışma ve çekişmelerden kaçınmaya dayalı iyi ilişkiler tesis etmek istediklerini defalarca vurguladılar.
Milislerinin devletlerin güvenliğini tehdit etmekten vazgeçmesi, terörizmi ve bölgedeki güvenlik ve istikrarı tehdit edecek şeyleri desteklemekten uzak durması gerektiğini ifade ettiler. Ancak Arap Ülkeleri, Arap Birliği ve BM mevzuatında belirtildiği gibi, kaynağı ne olursa olsun, güvenlik ve istikrarına yönelik tehditlere karşı uluslararası sözleşmelere uygun olarak kendini savunma hakkına sahiptir.
Bu konuda sağlam ve tutarlı bir Arap pozisyonu benimsemek, bölgesel ve uluslararası çevredeki ülkelere bölgedeki güvenlik ve istikrara yönelik tehlikeler konusunda net bir mesaj göndermek zaruri hale gelmiştir.
Devletlerin birliğini, egemenliğini ve istikrarını ilgilendiren konularda ciddi zorluklarla karşı karşıya olduğu bir aşamada, tüm devletler her şekilde kendilerini savunma ve güvenliğine yönelik tehditleri savuşturma hakkına sahiptir. Bunlar pazarlık konusu edilecek hususlar değildir, gerekirse her türlü bedel de ödenir.