Cemil Matar
Mısırlı düşünür ve yazar
TT

Zirve yarışı kızışıyor

Başkan Donald Trump’ın Beyaz Saray’daki görev süresi uzasa da uzamasa da geriye kalan günleri kolay geçmeyeceğe benziyor. Trump, göreve geldiği ilk günden bu yana dünyanın birçok yerindeki başkanlık saraylarında endişe kasırgaları estirmeyi, farklı duygular uyandırmayı başardı.
Kendisini bir ABD Başkanı olarak suçlamak elbette kolaydır. Asıl zor olan ABD ve genel olarak Batı’nın bu kasırgalardan yararlanmak için ödeyeceği bedeldir. Trump bunu biliyor. Bir değişim gerçekleştirdiğini ve bunu sadece ABD toplumuna değil, tüm dünyaya dayattığının da farkında.
Bir analist ve gözlemci olarak şunu itiraf etmeliyim ki Başkan Trump’ın uluslararası zirve yarışının özünde ve biçiminde bir fark yarattığı, ABD’nin dünya liderliğindeki kan kaybını durdurmayı başardığı, bir sonraki döneminde ise ABD’nin son 30 yılda kaybettiklerini geri almaya ya da telafi etmeye çalışacağı yönündeki inancını anlıyorum. Ancak bunu anlayabiliyor olmam, içimin rahat olduğu anlamına gelmiyor.
***
ABD’nin son dönemde uluslararası alandaki itibarının gerilemesinin işaretleri ve nedenleri, bu düşüşü durdurmanın önündeki engeller ve ilgili sorular üzerinde çokça duruldu.
Bu konuda birçok tartışma yaşandı. Bu tartışmaların bazılarında da söz konusu gerilemenin gerçek olduğu sonucuna vardı. Ardından da bu tartışma, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden ve Irak’ın işgalinden sonra bu gücün somut ve soyut bileşenlerindeki bir bozulmayı mı yansıttığı, yoksa diğer ülkelerin artık daha güçlü bir duruma mı geldiği ya da bunun ABD içinde ve dışında hakim olan genel bir kabulü mü gösterdiği soruları etrafında dallanıp budaklandı.
Diğer bir deyişle ABD, göreceli olarak hem kendi hem de başkasının gözünde olduğundan daha zayıf görülmeye başlandı ve dünyadaki konumu geriledi. Hatta belki de sahip olduğu yeri kaybetmeye başladı.
Büyük devletlerdeki siyasetçilerin söz konusu bu tartışmalara yönelik yorumları ve konuyla etkileşimleri, küresel sistemde benzersiz bir duruma yol açtı, uluslararası liderlik sistemi ile ilişki modelleri değiştirdi.
Birçok ülke bir yandan uluslararası liderliğin artık tek kutuplu olmaktan çıktığını düşünse de diğer yandan gerçekten de çok kutuplu bir hale geldiğine inanamadı.
Bu yanlış anlama ya da değerlendirme, birçok ülkenin ve özellikle de büyük ülkelerin bundan nasıl kurtulacaklarını bilemedikleri bir endişe yaratarak uzun süre devam etti.
***
Obama - Hillary döneminde ABD’nin dış politikalarını bu anlayış üzerinden analiz ediyorduk. ABD’nin gerilemesi ne gizli bir sırdı ne de bir teoriydi. ABD altyapısı eyaletlerde birbiri ardına çöküyor, teknolojik uçurum gittikçe genişliyor, Avrupalı, Asyalı ve Arap müttefiklerinin ABD liderliğine güveni sarsılıyordu. Buna rağmen gözlemcilerin büyük bir çoğunluğu, Başkan Barack Obama’nın güvenlik ve dış politikada doğuya yönelme ve odaklanma kararının Çin - ABD güç dengesindeki uçurumun artan bir hızla kapanmakta olduğuna dair geç kalınmış bir farkındalık olduğunu düşünmeyi sürdürdü. ABD’nin bu geç kalmış farkındalığının ve tepkisinin yetersiz kaldığıyla, Güney Çin Denizi’ne kıyısı olan müttefiklerinin beklentilerini karşılamadığıyla ya da Japonların endişelerini dindirmediğiyle ise neredeyse hiç ilgilenmedik.
ABD’nin somut ve soyut olsun, güç konusunda kendisi ile en yakın rakipleri arasındaki uçurumu ve bu uçurumun hızla kapanmakta olduğunun farkına varmakta gecikmesini haklı çıkarmak için sunabileceğimiz birçok bahane var. İki rakip taraf da ne temelsiz ne de Soğuk Savaş ve neo-muhafazakar akımın şahinlerinin bazı yazılarında değindikleri gibi hastalıklı hayallerden ibaret değildir. Birçok kişi Çin Komünist Partisi’nin 1950’li yıllarda bilinçlenme programlarını, Çin’deki kömür ve çelik üretimi ile şer imparatorluğu olarak gördüğü ABD ve İngiltere’deki üretimi karşılaştıran periyodik istatistiklere dayandırdığını bilmez. Hayatım boyunca hiçbir zaman yazdıklarımda abartıya yer vermedim. Dolayısıyla şimdi de Çin ile bu iki Batılı dev arasındaki tarihi nefret olmasaydı ve Çin de bu nefrete dayanarak 200 yıldan daha fazla bir süre içinde ilk önce İngiltere, ardından da ABD hegemonyası eliyle uğradığı yenilgileri hem maddi hem de manevi olarak telafi etmeyi amaçlamasaydı bu duruma gelmezdi. Dünya liderliğinde kendisini, ABD’ye rakip bir dev konumuna getiren başarılarını da gerçekleştiremezdi. Bu söylediklerimle durumu abartmış sayılmam.
Çin’in yükselişini yakından, bazen inanamayarak bazen de gözlerim kamaşarak takip ettim. Aynı zamanda Çin ile ABD arasında birçokları için bilinen müttefikliğe yakınmış gibi görünen bir ilişki modeline sahip olduğunu gözlemledim. Bu ilişki modelini yüksek derecede bir ticaret, yatırım ve finans alışverişi ile taçlandırmak her iki taraf için de kârlıydı. Bu yoğun alışveriş olmasaydı durumu farklı amaçlar taşıyan bir başka Marshall Planı’na benzetebilirdim.
ABD ve Çin arasındaki bu ilişki iki çelişkili nedenden dolayı oldukça ilginçtir. Öncelikle bu ilişkinin ABD’ye rakip bir devin yükseldiğine, Washington’da yönetime gelen başkanlardan birinin döneminde, ABD’nin eninde sonunda pişmanlığını dile getireceğine ve fırsat varken zirve yarışı kurallarını değiştirmenin gerekliliği gerçeğine bakılırsa durum yeterince dikkat çekmiyor. Diğer neden ise güçlü akademik akım ve kurumların yaşananların önemini ve ciddiyetini geç fark etmiş olmasıdır. ABD, müttefikleriyle koordinasyon içinde belirlediği standartlara Çin’in bağlı kalmasının ve onun kendisini geçmesine izin vermemesi gerektiğinin öneminin tamamen bilincindeydi. Aynı şekilde Çin’in ABD’nin temellerini attığı, kurumlarını ve başta insan hakları ve ticaret özgürlüğü olmak üzere düşüncelerini şekillendirdiği uluslararası çalışma kural ve ilkelere bağlı kalmayı sürdürmesi gerektiğinin de farkındaydı.
***
Obama- Hillary dönemi geçti ve Trump dönemi başladı. Her iki dönemde de süper güç ABD’nin çöküş yolunda olduğu konusunda hemfikirlerdi. Ama başta bu çöküşü durdurma yolları olmak üzere birçok konuda farklı düşünüyorlardı. Trump Beyaz Saray’a geldiğinde bu çöküşün ancak devam eden zirve yarışı kuralları ve etiği dahil içeride ve dışarıda var olan birçok fiili boyutu değiştirmekle durdurulabileceğine inanıyordu. Başkan olduğunda onun ya da danışmanlarının aklında Rusya’yı “uyutma” ve tek başına Çin ile mücadele etmeden önce Moskova ile Pekin’in hırsları arasındaki karşıtlığa oynamak vardı.
Göstergeler ise Trump’ın görevinin hiç de kolay olmayacağı, yükselme yarışının karmaşık olduğu ve  sadece doğrudan tarafları için değil çeşitli küresel ve bölgesel ittifak ile blokların düşmanları için de birçok tehlikeler barındırdığı uyarısında bulunuyor.