Abdurrahman Şalkam
TT

Zamanın sokaklarını ziyaret

Günlerdir akıllarda çok sayıda ağır sorular dönüyor. Ancak bu soruların cevapları ya oldukça az ya da yanıtsız. Zira kimse bu sorulara cevap vermek istemiyor. Hayat da işte tam olarak böyle, aklınızda kaybolan gerçeklerden kaçıyor.
Libya’da, ‘el-Marbua’ denilen bir yer var, burada erkekler bir araya gelir ve çay içerler. El-Merbua’nın, Körfez’deki kardeşlerimizde karşılığı ise divandır. Burada herkes her şeyi konuşur; öğretmenler, iş adamları, okuma yazma bilmeyenler… Ancak bir şartla; beraber oturduklarına saygı gösteren bir aile ya da kabileye mensup olmalılar. El-Merbua’da ya da divanda erkekler, dünyayı zihin boyutlarına göre detaylandırır. Kabilenin, köyün veya şehrin toplumsal ve ekonomik işlerini, siyasi arenada yaşananları büyük ya da küçük olsun ele alırlar. El-Merbua’nın ya da divanın merkezinde bir adam oturur, sessizdir ya da konuşkan. Sakalı, vakarını yansıtır, görünüşü ise geçmiş ve bugünün iç içe geçtiği basit bir toplumsal vizyona sahip bilgeliğini. Her mekânın sokakları, farklı bir zihne ve çeşitli dillere sahip. Bu sokakların, insanların yöneldiği kavramları şekillendiren toplumsal renklerini ve tonlarını ortaya koyan işaretleri bulunuyor. Kafeler, Arap toplumunda alışılmadık mekanlar sayılıyor. Yaşları geçkin olan bireyler, önceki vakitlerde bu mekanlara uğramazdı. Ancak kafeler, yeni bir kuşağın doğuşuyla, genç kelebeklerin etrafında uçuştuğu bir ışık oldular. Bu kafelerde konuşulan dil ise, el-Merbua’larda ya da divanlarda konuşulan dillerden farklı. Futbol ve sinema filmleri, konuşma alanının en başlıca gündemi olmuş durumda.
Bugün kafeler ayrım gözetmeden herkesi içeren, birbirlerini tanımayan, akrabalık, iş ilişkileri bulunmayan, düşünce farklılıkları yaşayan kişilerin bir araya geldiği divan ve el-Merbua haline dönüştü. Zira ‘arkadaş’ kelimesi öğretmenlerin, işçilerin ya da yarı okur yazarların bir divanda, bir salonda ya da erkek meclisinde bir masanın başında toplandığı sosyal medya platformlarında tekrarlı bir ifade haline geldi. Bu platformlarda herkes her şeyden bahsediyor, siyasetten, ekonomiye ve sanata hatta felsefeye kadar her şey analiz ediliyor. Kuran ayetlerini ve Peygamber’in hadislerini, hatta tarihsel alıntıları atlamayan ahlak içerikli kısa ya da uzun satırlar yazılıyor. Herkes, yazı hususunda eşit hakka sahip. Yakın zamana kadar en büyük Arap yazarlar, tüm hususlarda yazdıkları yazıların yalnızca birkaç bin kopyasına sahipti. Kopyanın sayısı ise hikâyenin popülerliğiyle belirlenirdi. Sinema filmleri ve televizyon dizileri, Necib Mahfuz, Yusuf İdris ve diğerleri gibi bazı yazarların romanlarına yönelik ilgiyi artırdı. Geçmişte Ümmü Gülsüm gibi ses sanatçıları ise Ahmed Şevki, İbrahim Naci, Hafız İbrahim gibi şairler ve okuyucular arasında bir köprü inşa etti. Yürekleri aşan ses ve müzik köprüsü kuran ses sanatçısı Abdülhalim Hâfız ile sesi ve müziği sevgililerin yüreklerine işleyen Kadin es-Sahir gibi, Nizar Kabbani de büyükler ve küçükler arasında duyguların yansıması olan kasideler üretti. Bu sihirli elektronik platform, kendisini zamanın eşsiz olgusu ve yeni bir kitlesi kıldı. Bazen ise bir düşünür ve bir filozof oldu. Yıldız, elit ve profesör kavramını bozdu.
Radyolar, daha şanslıydı. Geçen yüzyılın ellili ve altmışlı yıllarından en büyük payını almıştı. Daha sonra ise televizyonlar yetmişli yıllarda birçok eve girdi ve kulağın yanına, gözün gücünü ekledi. Uyduların icadıyla mesafeler kısaldı. Yayını kesilmeyen kanalların, vakitlerini tüm alanlarda derin ve geniş yeteneklere sahip olan ya da olmayan binlerce konuşmacıya ihtiyaç duyan programlarla doldurması gerekirdi. Ama televizyon sahnesi, cümle kuramayanları dahi bir hatip yaptı. Konuşmacıyı bir aktöre dönüştüren halk lehçesi (Ammice), klasik dili (Fasih) ve beden dilini birleştiren üçüncü dil, izleyici üzerinde büyük bir etkiye sahip.
Milyonlarca Müslüman, halk lehçesi ve klasik dili birleştirici bir kalıp inşa eden bir dil yaratma becerisiyle Muhammed Mutevelli eş-Şaravi’nin televizyon aracılığıyla konuşmalarına eşlik etti. Şaravi, izleyiciyle doğrudan temasa geçen beden diliyle özdeşleşti. Aynı şekilde büyük Müslüman düşünürlerin çoğundan popüler hale geldi. Kendi el yazısıyla tek bir kitap yazmamış olmasına rağmen, konferansları çok sayıda kitaba dönüştürüldü. Medya uzmanı Marshall McLuhan’ın söylemi de bu durumu doğrular nitelikte: “Araç, mesajdır”.
Facebook, kullanıcının saniyeler içerisinde gezindiği özel bir zaman üretti. Kullanıcılar, bu platformda kitlenin yazdıklarını, isyancıların, radikallerin, ılımlıların, alimlerin ve diğerlerinin de yok olmadığı birkaç satırı gözden geçirebiliyor. O halde iletişim araçlarının ve sosyal medyanın, zamanımızı şekillendirdiğini ve bizi, kamuoyunun söylediklerine göre hareket eden akışkan bir dünyaya koyduğunu söyleyebilir miyiz? Bu elektronik akış, bugün karşımızda gördüğümüz ve kullandığımız şekliyle kalacak mı, yoksa yeni bir icat tufanı bizi bir başka zamana mı geçirecek?
Güçlü bireyselliğe sahip yeni bir insani kişilikle karşı karşıyayız. Birey, diğerinden aldıklarıyla yetinmediği kendi dünyasına sahip. Kendisini, başkanlarının fikir ve düşünceleriyle dolduruyor. Ancak bu durum, farklı grupları ve kesimleri kapsayan toplumsal çevreler oluşturmuyor. Zira birey, bir salkımdaki pirinç tanesi gibi toplumda yalnız başına. Sokağın gücüyle sonuçlanan popülist olgunun bugün de ifade ettiği şey bu; neyi reddettiğini bilerek kendiliğinden dökülen tanelerin hareket ettiği bu salkımlar, neyi istediğini ise nadiren biliyor.