Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci
TT

Sudan'dan Lübnan için dersler

Sudan Askeri Geçiş Konseyi Başkanı Abdülfettah el-Burhan ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu arasında gerçekleşen görüşmenin iki ülke tarihinde bir başka örneği yok.
Sudan-İsrail ilişkilerinin inişli çıkışlı dönemleri olmuştur. Sudan, 1956'da bağımsızlığını kazanmadan önce Abdunnasır liderliğindeki Mısır ve İngiltere’nin vesayeti altındaydı. Milli Ümmet Partisi lideri Sıddık el-Mehdi’nin İsrail’den arabulucu olmasını istemesinin ardından İsrailliler, Londra Büyükelçiliği aracılığıyla Sudan’ın bağımsızlığı için girişimlerde bulundu.
Mehdi, İsrail’in egemenliğini, Abdunnasır’ın sınırları ortadan kaldıran ‘birlikçi doktrinine’ tercih etmişti. Ancak ilerleyen süreçlerde İsrail’in Sudan’daki etkisi azalmaya başladı.1967 Arap-İsrail Savaşı’nın ardından Arap Birliği, Sudan’ın başkenti Hartum’da toplandı. Bu toplantı ‘üç hayır’ toplantısı olarak da bilinir: “Uzlaşmaya hayır, müzakerelere hayır, İsrail’i tanımaya hayır.”
1984 yılına gelindiğinde ise Sudan Devlet Başkanı Cafer Numeyri, İsrail’in o dönemki Savunma Bakanı Ariel Şaron ile Etiyopya’daki Yahudilerin İsrail’e göçü konusunda iş birliği yaptı. İsrail yönetimi, Etiyopyalı Yahudilerin Hartum Havaalanı’ndan İsrail’e geçiş yapmaları karşılığında Sudan’ı Darfur’daki isyancılara ve Çad’a karşı destekleme sözü verdi. 1990'ların başından bu yana Sudan, Sünni ve Şii cihatçı örgütlerin merkezlerinden biri haline geldi. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’dan çekilmesinin ardından ‘cihat hareketleri’ Sudanlı İslamcı düşünür ve politikacı Hasan Turabi’nin himayesinde Sudan’da yayılmaya başladı. Turabi o dönemde İslam İşbirliği Teşkilatı’na alternatif olarak Arap İslam Halk Kongresi’ni kurdu. Turabi, bu kongre aracılığıyla Sünni ve Şii örgütler arasında bir köprü oluşturmayı hedefliyordu ve nispeten de başarılı oldu.
Turabi’nin bu politikaları ilk defa İran’ın stratejik olarak bir Arap ülkesinde kendisine yer bulmasına olanak sağladı. Sudan, İran ilişkileri dolayısıyla İsrail’in ve uluslararası toplumun hedefi haline geldi. İsrail bu dönemde Sudan’daki merkezlere ve silah konvoylarına saldırılar gerçekleştirdi, suikastlar düzenledi. Sudan’ın ‘terör merkezi’ olarak görülmesi bu ülkeye yönelik uluslararası yaptırımların da gerekçesini oluşturdu. Bu dönemde Şii Devrim Muhafızları ile El-Kaide arasındaki bağlantının İmad Muğniye aracılığıyla gerçekleştiği iddia edildi. Tabii öncesinde İsrail, 1970’li yıllardan bölünmenin gerçekleştiği 2012 yılına kadar Hartum hükümetiyle savaşan Güney Sudanlı isyancı hareketleri de desteklemekteydi.
Tüm bu karmaşık tarihi ilişkilerin ardından  Geçiş Konseyi Başkanı Abdülfettah el-Burhan ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Uganda’da bir araya gelmesi son derece önemliydi. Burhan görüşmeye dair “Sudan’ın yüksek çıkarlarının öncelikli olarak görülmesi” tanımını yaptı. Burhan’ın söylemediğini Şarku’l Avsat’a aktaran eski Başbakan Yardımcısı Mübarek el-Fadıl el-Mehdi oldu. Mehdi, İsrail’in Sudan’a terör suçlamaları karşısında ‘masumiyet belgesi’ verebileceğini ifade etti. Uluslararası toplumun Sudan’ı terör listesine koymasının nedeni, İran rejiminin Hizbullah, El-Kaide ve Müslüman Kardeşler örgütünü Sudan üzerinden organize etmesinden kaynaklanıyor. Ümmet Partisi’nin etkili liderlerinden olan Mehdi, İsrail’in bu algıyı değiştirmek için önemli bir ülke olduğunu belirterek İran ve Suriye ile birlikte hareket ederek İsrail’in güvenliğini sarsmak için birçok eylem gerçekleştirdiklerini itiraf etti. 
İran’ın siyasetleri dolayısıyla Lübnan’ın ödediği bedel, Sudan’ın ödediği bedelden daha fazladır. Lübnan konusunda Sudan’dan ders çıkarılabilir mi? Bu soru, İsrail’le aceleci bir ‘normalleşme’ savunusu içermemektedir. Savaşın siyahı ile barışın beyazı arasında grinin tonları vardır. Grinin bu tonları, Lübnan çıkarlarının ön plana çıkarıldığı rasyonel politikalara başvurulmasına olanak sağlar. Örneğin 1948’deki ‘mütareke anlaşması’ ile Birleşmiş Milletler’in 1574, 1701 ve 1680 sayılı kararları iki ülke ilişkilerinin temellerini oluşturabilir. Şüphesiz son dönemlerde Lübnan, Sudan’ın çıkmak için çabaladığı ‘yaptırımlar alanına’ girmek üzeredir. Ülkemiz, İran’ın ‘direniş hattına’ tamamen bağımlı hale gelmesi dolayısıyla kuşatılmış durumdadır. Her ne kadar dışişleri bakanı olarak atanan kişi Lübnan’ın Arap ülkelerindeki imajını düzeltebilir bir şahsiyet olsa da dış politikalarda halen Arap ülkeleri ile ‘zıtlaşma’ tercih edilmektedir.
Lübnan, boğucu bir ekonomik, mali, finansal krizin henüz başlarındadır. Bu krizin en büyük nedenlerinden biri Arap ülkelerinin Lübnan’ı İran’a yakınlığı nedeniyle dışlamasından kaynaklanmaktadır. Eğer Lübnan’ın farklı dış politikaları olsaydı, Arap Birliği’nden mali destek göreceği için ekonomisi bu durumda olmazdı.
Şimdilerde Lübnanlıların üzerinde bir umutsuzluk durumu hâkim. Ekonominin nasıl düzeleceği, tarım ve sanayi sektörlerinin nasıl canlandırılması gerektiği gibi konular tartışılıyor. Ancak asıl mesele ihmal ediliyor, adeta görmezden geliniyor. Unutulmamalıdır ki Lübnan’ın doğal pazarı Körfez ülkeleridir. Lübnan’daki güçler ise Körfez ülkelerinin güvenliğini ve istikrarını sarsacak eylemlerde bulunmaktadır. Lübnan’ın sadece tek bir İsrailli yetkili ile bir araya gelmesi gerekmez. Tek yapması gereken deniz sınırlarını belirlemek ve ‘münhasır ekonomik bölge’ sorununu çözmektir ki bu hususta İsrail değil Lübnan ihmalkâr davranmıştır. Böylelikle Lübnan, içinde Mısır, Yunanistan, Güney Kıbrıs ve İsrail’in de yer aldığı Doğu Akdeniz Gaz Forumu’nun bir üyesi haline gelebilir. Bu forum İtalya, Rusya ve Fransa tarafından da desteklenmektedir. Akdeniz’deki zengin gaz yataklarından faydalanan bir Lübnan, ekonomik sorunlarını ciddi anlamda çözebilir. Lübnan, Birleşmiş Milletler’in kurucu üyesidir ve bu üyeliği İsrail nedeniyle askıya alınmış değildir. Aynı şekilde birçok kuruluşta İsrail ile birlikte yer almaktadır. Petrol ve doğalgaz meselesi de bundan çok farklı değildir. Lübnan’ın Doğu Akdeniz Gaz Forumu’nda yer almasını istemeyenler, Lübnan’ın çıkarları yerine İran’ın çıkarlarını ön planda tutanlardır. Sudan ve Lübnan’da sorulması gereken soru şudur: Hangisi daha önceliklidir? Yüksek ulusal çıkarlar mı yoksa İrancı ideolojiler mi?