Zuheyr el-Harisi
TT

Tüm olanlardan sonra İran’ın seçenekleri nelerdir?

Tahran’ın komşu ülkelerin iç işlerine karışması, uyuyan hücreler yerleştirmesi, terörü finanse etmesi ve kullandığı ve kullanmakta olduğu yöntemlerle dünyanın öfkesini kendisine çektiğini söylemek haksız bir suçlama değildir. Bütün bunlar kendisini acı seçeneklerle yüzleşmeye sevk eden tehlikeli hususlardır. İran, istediği tüm yasadışı tutumları sergiliyor ve başvurmadığı tek bir kötü yöntem bile bırakmıyor. Bu uygulamaların sonuncusu da yeni tip koronavirüsün yayıldığı bir zamanda Suudi Arabistan vatandaşlarının ülkesine girişlerini kolaylaştırıp pasaportlarını damgalamayarak sergilediği sorumsuz davranıştır. İran’ın bu sorumsuz davranışı Suudi Arabistan vatandaşları ve sakinlerinin güvenliği için bir sağlık tehdidi oluşturdu. Bu yüzden Suudi Arabistan, İran’ın davranışlarını “Uluslararası virüsle mücadele çabalarını baltalamak” şeklinde tanımlamak ve “İran’ı söz konusu davranışları nedeniyle virüsün yayılmasından doğrudan sorumlu olmakla” suçlamakta haklıydı.
Dün yayınlanan bir başka haber de İran’ın bu düşmanca politikalarını doğruladı. İran, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun kayıt dışı nükleer faaliyetlerde bulunduklarını tespit ettiği iki tesiste teftiş yapma talebini kabul etmeyip müfettişlerin girişine izin vermedi. Biraz daha geriye gittiğimizde ise, gemilere yönelik korsan eylemlerini, denize mayın döşemek, petrol tankerlerini alıkoymak, küresel ekonominin can damarı sayılan bir yerde uluslararası deniz trafiğini kesintiye uğratmak gibi komşu ülkelere yönelik provokasyonlarını hatırlarız. Tüm bunlara rağmen, deniz trafiğinin güvenliğinden ve korunmasından sorumlu uluslararası kurum başta olmak üzere uluslararası toplum parmağını bile kıpırdatmadı. Bölgede yaşananlara dair gerçekçi bir okuma, işlerin bu kerteye ulaşmasına; İran’ın davranışları, düşmanca yöntemleri, uluslararası hukuk ile çelişen uygulamalarının neden olduğunu göstermektedir.
İran’ın kronik ikilemi, İran Devriminin Şubat 1979’da başarılı olmasından bu yana ideolojik ve dogmatik perspektifi ulusal çıkarlarının önüne geçirmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Farklı bir şekilde olsa da devrimi ihraç etme yöntemini kullanması bunun kanıtıdır. Rejim, ekonomik durumun kötüleşmesi, nüfus patlaması, eğitim ve sosyal çöküş gibi içeride neden olacağı sorunlar pahasına, güvenlik ve askeri seçenekleri yeniden önceliklerinin en üst sırasına yerleştirdi.
Bizler İran halkına ve Şii mezhebine saygı duyuyoruz ancak Mollalar rejiminin, mezhepçi bir perspektif, komşu ülkelerde daha büyük bir rol oynamak ve nüfuz sahibi olmak için gruplar, partiler ve unsurlar aracılığıyla başkalarının iç işlerine karışan politikalarını reddediyoruz. Arada sırada İranlı yetkililerden, ortak işbirliği, din kardeşliği ve komşuluk gibi ortak paydaların önemi hakkında sözler duyuyoruz ama çok geçmeden bunların hiçbir işe yaramayan söylemlerden ibaret olduğu ortaya çıkıyor. İran’ın siyasi zihniyeti yayılmacı ve gerilimi tırmandırma, kriz yaratmaya eğilimli olduğu için bunların medyanın tüketimine sunulmuş söylemler olduğu açığa çıkıyor.
Bazı Arap solcular, Suudi Arabistan içinde tartışma ve çekişme yaratmak amacıyla İran ile diyalog çağrısında bulunuyorlar. Meselenin aslını, gizli ve saklısını bilmelerine rağmen onlara, İran’ın çözümün değil sorunun bir parçası olduğunu ve bölgedeki çatışmaların esas taraflarından biri olmasının bunu kanıtladığını hatırlatalım. Bu durumda, kendi doğrudan müdahaleleri olmasa yaşanmayacak anlaşmazlık ve çatışmalarda nasıl görüş bildirip çözüm önerileri sunabilir? Yıllar önce Cumhurbaşkanı Rafsancani, ülkesi içindeki bazı tarafları Tahran-Riyad ilişkilerinin kötüleşmesinin sorumluluğunu üstlenmek ve kendisinin ilişkileri iyileştirmek adına inşa ettiği her şeyi yıkmakla suçlamıştı. Rafsanci’nin bu sözleri, Körfez ülkelerinin kötü ilişkilerinin sorumlusu olmadığını göstermiş ve dönemin İran hükümetini zor durumda bırakmıştı.
Tarihe baktığımızda, İran-Körfez yakınlaşmasına şahit olan Hatemi dönemi dışında Tahran’ın Körfez ülkelerine karşı gerilimi tırmandırmasının, bilindik ve sistematik bir yöntem olduğu görülecektir. İranlılar düşmanları yoksa da stratejik bir hedeften dolayı kendilerine bir düşman yaratırlar. Bu hedef, başkalarının, ülkelerinin her zaman haklarını savunmak zorunda olduğu bir konumda bulunduğuna inandırmak, ülkeyi tehdit altında ve dış güçler tarafından kendisine şantaj uygulanıyormuş gibi göstermektir. Bu nedenle ve hiçbir ses savaşın sesinden daha yüksek olmadığı için hükümet, protestoları ve gösterileri bastırmak zorundadır. Nitekim bunu yapıyor da.
Suudi Arabistan, İran ve özellikle de Muhafazakârlar için geçmişte olduğu gibi hala politik ve ideolojik bir saplantıyı temsil ediyor. Suudi Arabistan’ı köşeye sıkıştırmak için her türlü yolu denediler. Ona baskı yapmak ve olumsuz bir şekilde etkilemek için ellerinden geleni yaptılar. Çünkü Suudi Arabistan ılımlı sesi ve dengeli söylemi temsil edip bölge ve dünyada etkili bir güce sahip oldukça, genişlemeci planlarının başarılı olamayacağını biliyorlar.
Peki, Washington ve müttefiklerinin stratejilerine direnme ve askeri olarak kendisiyle yüzleşme gücüne sahip olmadığından emin ise İran rejiminin önündeki seçenekler nedir? Bu sorunun yanıtı açıktır. Birincisi nükleer, ikincisi balistik füze programına ilişkin ABD ve uluslararası tüm talepleri yerine getirmeli, diğer ülkelerin iç işlerine yönelik müdahalelerine son vermeli ve terörü finanse etmeyi durdurmalıdır.
Eğer Tahran inadını sürdürürse, daha sert yaptırımlar hayata geçirilecek ve katı bir şekilde uygulanacaktır. Eşi benzeri görülmeyen bir ekonomik çöküşe yol açacağı için ekonomik bir felakete maruz kalacaktır. Buna rağmen İran’dan gelen açıklamaları dinleyenler, henüz kibir virüsünden kurtulamadığını fark edecektir. İran fırtınaya karşı başını eğebilir ama bu kendisini zor günlerle yüzleşmekten kurtaramayacak. Ayrıca, hiç kimse kendisini istemese ve İran en büyük kaybedenin kendisi olacağını bilse de savaş her zaman masadaki bir seçenek olarak kalacak. Askeri güç dengesinden bahsedildiğinde, terazinin kimden yana ağır bastığını herkes biliyor. Tahran’ın davranışları, siyasi bir intihar gibidir. Oysa bunun yerine gerçekçiliğe bağlı kalmalı, düşmanca tutumunu değiştirmeli, meseleleri devrim değil devlet zihniyeti ile ele almalıdır. Gerçeği söylemek gerekirse tek çıkış yolu da budur.