Mustafa Fahs
TT

2003 sonrası kimliğini arayan Irak’ta aidiyet çatışması

Hükümeti kurmakla görevli Başbakan adayı Mustafa el-Kazimi, görevlendirilmesinden saatler sonra Iraklılara yaptığı ilk konuşmada, Irak vatandaşının hiçbir ülkeye bağımlı ya da işbirlikçi olmadığını belirtti. Kazimi’nin işaret ettiği bu duruş, Abdulmehdi hükümetinin istifasını takip eden politik krizi aşmaya yönelikti ama başarılı olamadı.
Irak’taki bu politik açmaza, parlamenter çoğunluğun (kurucu) hükümeti kurması için kendi içinden bir isim üzerinde anlaşamaması, artık sadece politik olmayan bu krizi çözmek için dışarıdan çözümler aramak zorunda kalmasından sonra Şii siyasi çatı yapılanmasının dayanakları ile diğer siyasi yapılar arasındaki karşılıklı suçlamalar da eşlik etmişti.
Kazimi’nin seçiminden önce görülen çatışmalar ile siyasi taraflar özellikle de siyasal İslamcı partiler ve İran’a bağlı silahlı gruplar arasındaki karşılıklı suçlamalar ve gerilim fiili olarak, Baas rejiminin çöküşünden bu yana Irak sosyal, kültürel ve dini seçkinlerin ele aldıkları, Ekim devriminde meydanların açıkça dile getirdiği bir tartışmayı gün yüzüne çıkardı.
Bu tartışma, 9 Nisan 2003 sonrası Irak’ın kimliğini arama sorunudur.
Bu tartışma, net bir kimliğe ulaşma çabasıyla aidiyet ile birey, grup ve bileşenler üzerindeki doğrudan etkilerine ilişkin sorunu ciddi bir şekilde ele almaktadır.
Tesadüf eseri, Kazimi’nin hükümeti kurmakla görevlendirildiği gün, tek adam rejiminin çöküşünün yıldönümüne denk geldi. İroniktir ki, değişimden 17 yıl sonra hükümeti kurmakla görevlendirilen kişi, söz konusu değişime güvenen siyasi ve fikri bir seçkin grubun mensubuydu. Söz konusu seçkinler, projelerinin bir bölümünü Irak ile dış güçler arasında dengeli ilişki kurma fikri üzerine kurmuşlardı. Bunu da geçmiş yüzyılda büyük krizlerden sonra (Marshall Planı, Japonya’nın yeniden inşası, Güney Kore - Vietnam) görülen uluslararası model ve deneyimleri Irak’ın göreceli olarak uygulamasına yardımcı olacak benzer çalışma kuralları ve ortak güvenceler yaratmak yoluyla yapmayı düşünüyorlardı.
Bu noktada, savaşın arifesinde üç Iraklı seçkin figürün Beyaz Saray’ı ziyaret ettiğini, Başkan Bush ve kurmayları ile bir araya geldiğini belirtmeliyiz. Oval Ofis’te gerçekleşen görüşmede kendilerine, ABD’nin Irak’a iki ordu göndermeye karar verdiği, bu orduların ilkinin görevinin askeri olarak Saddam’ı devirmek olduğu, ikincisinin ise ülkelerini yeniden inşa etmeleri için Iraklılara yardımcı olacak mühendisler, doktorlar ve uzmanlardan oluşacağı söylenmişti.
O tarihte (9 Nisan) Iraklıların tüm umutları, özgür, çoğulcu ve demokratik bir vatan kurmaya bağlanmıştı. Dev gücü ile Washington, rejimi devirebilirdi. Ancak, o toplantıda Iraklılara söylenenlerin gerçekliği, rejimin devrilmesinden sonraki gün için ABD’nin gerçekten bir projesi olup olmadığı hakkında şüpheler şimdi bile devam ediyor.
Sonraki gün Washington, bir yüzyıldan fazla bir süredir bölge ülkeleri ve halkları arasındaki ilişkiyi yöneten ve kontrol eden sosyal, politik ve kültürel kuralları yıktığının farkında değildi.
Batılı deneyimleri taklit etmenin, modeller ithal edip Irak toplumunu oluşturan kültürel ve dini özellikleri, coğrafi ve tarihi bağlantılarını, onlar üzerindeki dini ve etnik etkileri dikkate almadan bunları uygulamaya çalışmanın başarısız olacağını da…
Fakat başarısızlığı, ABD’nin değişimin nasıl yönetileceğine dair tam bir bilgi eksikliği olarak tanımlanabilecek hususa indirgeyemeyiz.
Buna, modern bir politik sistem oluşturulmasına karşı çıkan doktriner aktörleri de eklemeliyiz. O aktörler ki yeniden ürettikleri tarihsel bağlamlarda bizzat sorumludurlar.  
Söz konusu öz kusur trajik paradokslara yol açtı.
Paradoks şu: Bu figürler, iktidarı ele geçirmek için dini araçsallaştırdılar ki bu kendilerine anayasanın üstünde olmaları için gerekli gerekçeyi verdi.
Ancak bunu seküler çağdaş modelleri taklit ederek rasyonel stratejiler ile yaptılar.
Pratik olarak, seküler güçler kutsal olanı kullanarak yabancı modellerin önünü kesmeyi başardı.
Tüm bu doktriner paradokslar, kimliğini kendi sosyolojisinden kaynaklanan ortak kültür inşa etmesini engelledi. Bu sebeple çağdaş bir Irak toplumu inşa edilemedi.
Ne var ki, Irak, kendi ulusal modelini kurmakta başarısız oldu.
Siyasi elitler, ulusal çıkarları gözetmeksizin kendini siyasi ve dini vesayetlere adadı.
Bu, devlet ve kurumlarına boyun eğdirmeye, tarihsel modern Irak kimliğinin tanımlanmasına doğrudan etki eden bir toplumsal karışıklığa yol açtı.
Başa dönersek, değişimden 17 yıl sonra, siyasi aktör yetkisinin bir bölümünü kaybetmiş bulunuyor.
Baas sonrası kuşak bu sebeple itirazını meydanlara taşıdı.
Siyasi elitler, Irak kimliğini dünyadaki ideolojilerden uzak tutmayı “başardı.”
Sokaklara dökülen halk hareketi, Irak kimliğini gasp projelerine karşı duran yeni bir bağlamda, siyasi ve sosyal olayların seyrini değiştirmekte derin bir kararlılık ve paradigma değişimini de doğurdu.