Prof. Dr. Ahmet Abay
Akademisyen
TT

İki Adam

Kehf suresinde idraklerimize sunulan mesellerden birisi de “bahçe sahibi iki kişi” meselidir. Adeta surenin ayetleri arasında ilerlerken bahçeleri olan iki kişi karşılar bizi… (Kehf 18:32-44)
Peki, kim bunlar? Ashab-ı Kehf kıssasından isimler ve mekanlar üzerinde durmamamız gerektiğini öğrendiğimize göre, asıl sormamız gereken soru; neden bizim karşımıza çıkarılırlar?
Birbirlerini tanıyan iki arkadaş…
Birinin malı mülkü var. Sosyal çevresi, sosyal imkânları ve ekonomik gücü var…
“Onlardan birinin iki bahçesi-bağı var. Her iki bahçe de verimli. İşte bu adam, yoksul, fakat son derece dürüst olan arkadaşıyla konuşurken, kibirli kibirli “Ben senden daha zenginim ve nüfûs olarak da daha güçlüyüm!” der.
Kibri sebebiyle kendisine zulmetmekte olan bu adam, bahçesine girer ve “Şu nîmetlerin, bir gün yok olacağını hiç mi hiç zannetmiyorum!” der.
Ve ekler: “Ayrıca kıyâmetin kopacağını ve insanların yeniden diriltilip hesaba çekileceğini de sanmıyorum ama eğer iddia ettiğin gibi diriltilip Rabb’imin huzuruna çıkarılacak olsam bile herhâlde bundan daha iyisiyle karşılaşırım.”
Ya diğeri?
Fakir ama Allah’a Allah’ın istediği biçimde îman etmiş, Allah’a Allah’ın istediği biçimde teslim olmuş, izzet ve şerefi Allah’ta, Allah’a îmanda ve Allah’a kullukta gören ve dünyaya fazla değer vermeyen bir adam… Aynı zamanda diğerkâm bir adam… Arkadaşı kendisini hor görmesine rağmen, onun iyiliğini isteyen bir adam... İstemekle kalmayıp bu işi eyleme dökerek arkadaşını yanlış hareket etmemesi için uyarır:
“Seni yani insanı önce topraktan var eden, sonra da bir damla sudan yaratan ve bir insan şeklinde düzenleyen Rabb’ini, inkâr mı ediyorsun?” diye sorar ve ekler: Ama ben açıkça ilan ediyorum ki, o senin inkâr ettiğin Allah, benim biricik sahibim, efendim ve Rabb’imdir ve ben, senin yaptığın gibi Rabb’imin buyruklarını bir kenara atmayacak, arzu ve heveslerimi ilâhlaştırmayacak; hiçbir şeyi ve hiç kimseyi Rabb’ime ortak koşmayacağım! Bahçene girerken, bir kula yaraşan tavrı göstererek, ‘Mâşaallah! Allah istemiş, dilemiş, ne güzel yaratmış! Bütün güç ve kudret, yalnızca Allah’ın elindedir!’ demen gerekmez miydi? Gerçi beni mal ve evlatça kendinden küçük görüyorsun ama; bakarsın Rabb’im, bana seninkinden daha hayırlı bağlar, bahçeler verir ve senin bahçene gökten bir afet gönderir de, çorak bir düzlüğe dönüşüverir!”
Sonuç;
Ve gerçekten de adamın bahçesi, bir gün bütün ürünleri kökünden silip süpüren bir afet tarafından çepeçevre kuşatıldı. Çardakları yerle bir olmuş bahçesinin bu acıklı hâlini görünce, onun için harcadığı emeğe yanarak ellerini ovuşturup dövünmeye başladı: “Ah, keşke Rabb’ime hiçbir varlığı ortak tanımasaydım! Ne olurdu, arkadaşımın tavsiyesini dinleyip yalnızca Rabb’ime kulluk etseydim!” dedi.
Tefsirlerde bu kişiler “ilki küfrün, diğeri imanın temsilcisi” diye tanıtılıyor. Aslında bu şahsiyetlerin sahip olduğu özellikler bize anlatılınca çok da yabancılamıyoruz. Özellikle küfrün temsilcisi olarak zikredilen bahçe sahibini!
Serveti Rabb’inden değil kendinden bilen, nimete şükretmeyen, nankörlük eden, malına güvenen ve kıyametin kopacağına inanmayan, kopsa da dünyada sahip olduğu zenginlik sebebiyle, Allah katında ne kadar seçkin ve değerli bir kul olduğunu sanan ve bu nedenle Allah’ın kendisine yine nimetler vereceğine inanan biri!… Yüce Allah bize onun pişmanlık anında “ya leyteni lem üşrik/keşke şirk koşmasaydım” dediğini bildirmeseydi, kafir demeyip belki de sadece günahkar diyebileceğimiz kadar Müslümanlığımıza/Müslümanlarımıza benziyor.
Ya diğeri?
Diğer bahçe sahibi, ahirete inanıyor. Bu dünyada olmasa da ahirette mükafatlandırılacağına yakinen iman etmiş. Malına mülküne güvenip tabiri caizse kendini “ezmeye” çalışan arkadaşına hakikatleri hatırlatarak “Mala, mülke değil; sadece Allah’a güvenileceğini” söylüyor… Onun malıyla böbürlenmesine karşın “maşaallah, la kuvvete illa billah/Allah dilemiş de olmuş. Bütün güç ve kudret, yalnızca Allah’ın elindedir!” demesini öğütleyen bu kimse aynı zamanda bize, nimetler karşısında ne yapmamız gerektiğini öğretiyor. Peki, bu sima tanıdık mı?
Allah'u a’lem...
Verilen temsilde dünyaya dair aldanışlarımız, gururlarımız ve kibirlerimiz, sahibi olduğunu düşündüğümüz her ne nimet var ise onun muhasebesini yapmamız isteniyor.
“Düşünsünler diye” yüce Allah tarafından irad edilen bir meselde bunları değil de sadece “kafir ve zalim bir zengin ile daha az malı mülkü olan mümin bir kimseyi” okuyup geçiyorsak maksat hasıl olmuyor.
Zenginliği ya da yoksulluğu asla Allah'tan başka bir güce izafe etmemek gerektiği meselin de meselenin de özünü teşkil ediyor. “Tam düşerken tutunduğum tuğlayı kendime Rab bellemeyeceğim” ifadesi buraya ne kadar da uygun düşüyor.
Bu kimselerin sonunu merak edenler için son bir iki not. Tarumar olan bir bahçe, nüfusuna ve mülküne güvenmenin sonu olarak bize sunuluyor. Muhammed Esed’in de işaret ettiği gibi Surenin 7-8. ayetleriyle bağlantılı olan bu mesel "yeryüzündeki bütün güzelliklerin Allah'ın insanları sınaması için bir araç" olduğu yolundaki ifadenin bir yankısını oluşturuyor...
Artık öğrendik ki insan başkasının malı, mülkü, bahçesi, serveti, vs. den öte "kendine ait olan" nimetler için "maşaallah la kuvvete illa billah/Allah dilemiş de olmuş. Bütün güç ve kudret, yalnızca Allah’ın elindedir!" demeli...
Neden mi? Çünkü onun gerçek sahibinin Allah olduğuna, onu kendine verenin isterse bir anda yok da edebileceğine önce kendi iman etmeli. Yaygın olarak bu ifadeyi başkaları için kullanırken, nefsimiz için kullanmayışımızın sebebi ne olabilir? Başkasının mal/servet/her türlü nimetinin emanet olduğunun bilincindeyiz ama bize ait olanlar hep bizim mi? Ya da bu zor soruyu şöyle soralım; iman ve şahsiyet sahibi olmak mı yoksa şükrü eda edilmeyen, şımarıklığa ve kibre sevk eden mal ve servet sahibi olmak mı?...
Cevap; “Mallarınız, servetiniz, eşiniz ve çocuklarınız, dünya hayatının süsleridir. Kalıcı olan güzel davranışlar, Rabb’inin katında hem mükâfât bakımından daha iyidir, hem de gönüllere huzur veren bir ümit kaynağı olarak daha tatmin edicidir. Çünkü gün gelecek, dünyadaki her şey kıyâmetle yok edilecektir.”