Her bölgesel gerilimle birlikte aramızdan “bölge ile olanlar” ve “bölgeye karşı olanlar” şeklinde ayırıcı bir çizgi çizmeye gönüllü olanlar çıkıyor. Bu çift sınıflandırmanın birçok emsali var: Ellili yıllarda, Cemal Abdunnasır ve Batılı ittfaklar projesi arasındaki yüzleşme sırasında Mısır devlet başkanını desteklemeyen herkes “bölgeye karşı olanlar” olarak tasnif edilmişti. Sadece Mısır ve Suriye bölge ile birlikteydi. Bunun dışında Irak, Suudi Arabistan, Ürdün, Lübnan, Sudan, Tunus ve Fas bölgeye karşı olanlar cephesindendiler. Bu durum, seksenli yıllardaki Irak-İran Savaşı sırasında da tekrarlandı. Bahsi geçen savaşın taraflarından birini desteklemek zor olsa da tasnif meraklıları, İran’ın safında yer alan Suriye ve Libya’yı bölge ile birlikte, bütün Körfez ülkeleri, Mısır ve Fas’ı bölgeye karşı olanlar olarak tasnif etmişlerdi. O dönemde, Suriye vesayeti altında olan Lübnan’da ilginç ve hoş bir ifade hüküm sürmüştü: İran’ın yanında yer almak Lübnan’ın Araplığının ispatıdır!
Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal ettiğinde ise neredeyse bütün Arap ülkeleri aynı tutumu benimsedi. Fakat sınıflandırma meraklıları yine bütün Körfez ülkelerini, Mısır, Suriye ve Fas’ı “bölgeye karşı olanlar” cephesine yerleştirmişlerdi.
Bugün, İran sempatizanı olanlar ve Mescid-i Aksa’nın birkaç metre uzağında olduğumuza inananlar “bölge ile birlikte olanlar” şeklinde sınıflandırılırken, İran’ın yayılmacılığından kaygı duyanlar, akılları kendilerini Mescid-i Aksa’da namaz kılmak üzere olduğumuza inanmaktan koruyan taraflar “bölgeye karşı olanlar” listesine ekleniyorlar.
Bu tür ikili sınıflandırmalara olanak tanıyan standartlar nedir? Sınıflandırmayı yapanlara göre standart: Kitleler ve pozisyonlarıdır. Peki ama kitlelerin pozisyonları nasıl belirlenebilir? Zira bilindiği gibi, kitleler adına konuşanlar, kitlelere sormadan onları temsil ettiklerini öne sürenler her daim en baskıcı, kitlelerin kendi görüşlerini ifade edecek ve çıkarlarını koruyacak temsilcilerini seçme özgürlüklerine en çok düşman olan rejimleri desteklemişlerdir. Sınıflandırma sahiplerinin kendilerine kitleleri, bölgeyi ve çıkarlarını temsil etme, kendilerinden farklı düşünenleri ihanetle suçlama hatta kimi zaman bu muhalifleri ortadan kaldırma hakkı tanıdıklarını iddia ediyoruz.
Bu nokta bizi sınıflandırma meraklılarının benimsediği ikinci standartta ulaştırıyor: O da şiddet ve suikastlar, bombalamalar ve mümkünse savaş gibi uygulamalarına duyulan sevgidir. Şiddeti sevmek ve kendisine kutsallık atfetmek, “bölge ile birlikte olanların” karakteristik özelliklerindendir. Uzlaşı, anlaşma, ateşkes ve tarafsızlık çağrısında bulunan bir taraf varsa o mutlaka “bölgeye karşı olanlar” arasındadır.
Gerçek şu ki, bölge kavramı da artık tamamen coğrafi bir kavram olmaktan çıktı. Diğer bir deyişle, nehirler, dağlar ve çöller olsun doğal sınırların, insanları birbirinden ayırma güçlerini kaybetmesi ile bu kavramın coğrafi özelliği de gerilemeye başladı. Bu, bilimsel ve teknik gelişmelerin insan iradesini güçlendirmesinin ve doğaya boyun eğdirmesi için kendisine gerekli enstrümanları sağlamasının dayattığı bir gerilemedir. Bundan sonra ve aynı yönde, iş, eğitim, bilim, seyahat ve sağlık nedeniyle yapılan göçler büyüdü. Dolayısıyla bölge, bir kafes olmaktan çıktı. İnsanlar, yaşadıkları bölgenin topraklarının ve asil fikirlerinin esiri olmaktan kurtuldu. Aynı şekilde, sadece bu bölgede yaşadıkları için gruplar arasında uyum ve birlik olması gerektiği düşüncesinin, tek görüş, tek rejim ve tek partiyi dayatmanın başlangıcı olduğunu söyleyen deneyimler arka arkaya ortaya çıkmaya başladı. Buna göre, bölgenin tanık olduğu Nasırcılık ve Baas Partisi’nin gerçekleştirdiği darbeler de bunu kanıtlıyordu. Keza İran’daki Humeyni rejimi de. Bu deneyimler halklarından ilk olarak, yabancı Batı karşısında tek saf halinde durmayı talep etmişlerdi. Bölgesel tarafları ya da ümmeti etrafında toplayan bir Arap veya İslami birlik çağrısında bulunmuşlardı. Ancak çok geçmeden, birliği sağlamak bir yana ne bölge ne de halkına karşı acımasız rejimler ortaya çıkarmışlardı.
Bununla birlikte ulusal egemenlik gibi bölge kavramı da gerekli işlevlerinden çoğunu kaybetti. Bu işlevler çeşitli ülkelere veya bölgelere bağımlı oldu. Bu, iç içe geçmiş sınırlar, göç ve iltica, kıtalararası istihdam, bir ülkede doğup başka bir ülkede denize dökülen ırmaklar üzerindeki yatırımları düzenleme, terör, kaçakçılık ve uyuşturucu ile mücadele, temel ihtiyaç maddelerin fiyatlarının belirlenmesi vb. konularda geçerli hale geldi.
Ne var ki, sahiplerinin önerdiği şekilde bölge kavramının, ekonomik koşulları iyileştirmesi, gençlerini eğitmesi ve onlara istihdam sağlaması, dünyanın ekonomik, bilimsel, kültürel üretimine gençlerin ve bölgenin katkılarını artırması gerekmiyor. Kendisinden tek istenen, özellikle Batı’dan bağımsızlaşmaktır. Peki, madem ki bunu gerçekleştirdik ve Batı sömürgeciliğinden kurtulduk o halde daha fazla özgürleşmemiz gerekmiyor mu? Yani Batı’nın kültür, bilim ve sosyal alanlar gibi diğer alanlarda da etkilerinden kurtulmamız gerekmiyor mu? Her şeyden önce, hapsedilmeden ve susturulmadan bölge kavramının anlamı hakkında farklı düşünmemize olanak tanıyan demokrasi konusunda daha da özgürleşmemiz gerekmiyor mu? Böylece, büyük bir Suriyeli yazarın bir keresinde yazdığı gibi bağımsızlaşma tek bir anlam taşır oldu: O da sömürgeciliği ortadan kaldırma eylemini (de-colonization) medeniyeti ortadan kaldırma (de-civilization) eylemine dönüştürmek.
İran, Kuzey Kore ve son olarak Venezuela gibi “çok bağımsızlaşan” ülkelerin deneyimlerinin rehberliğinde bölge halkının, maksimum özgürlük ve mutluluğun tadını çıkarması mümkün hale geldi. Öyle ki, bölge halkının ağzından ahlardan ve feryatlardan başka bir şey duyulmaz oldu.
TT
Bölge ile birlikte mi yoksa bölgeye karşı mı?
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة