Dr. Tallal et-Tureyfi
Suudi Akademisyen ve Medyacı
TT

Zekeriya Kurşun’un ‘Suudilere Reddiye’ isimli yazı dizisine reddiye (5)

Zekeriya Kurşun’a reddiye yaptığımız yazı dizisinin son halkasında tarihin siyasi çıkarlara hizmet etmeye ya da ideolojik ve etnik hedeflere ulaşmaya yönelik bir şekilde kullanılmasına izin veren bazı tarihçilerin gerçekliği ile ilgili genel bir durumla karşı karşıya olduğumuzun farkında olmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle birçok tarihçi yüksek bir sesle bizi tek doğru konuşanın kendileri olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Bu tarihçiler, kelimeleri manipüle edip, kendi düşüncelerine hizmet edecek metinlerden alıntılar yaparak, diğerlerini ikna etmek için özveriyle tekrar tekrar çeşitli yöntemlerle çabalıyorlar.
Pekiştirme ve vurgu üslubu genellikle herkes tarafından kolaylıkla kabul edilmeyecek fikirler için kullanılır. Bu nedenle tekrar ve pekiştirmeye dayalı stratejilere başvurulur.  Böylece muhatap zamanla ileri sürülen iddia konusunda yeniden düşünme ve kendini ikna etme ihtiyacı hisseder.
Kurşun’un empoze etmeye çalıştığı konu ise daha önce de ele aldığımız gibi Osmanlı aleyhtarlığı yapılması meselesidir. Kurşun’un ısrarcı olduğu bir başka konu ise Osmanlı’nın bölgeye egemen olduğu dönemin Hicaz açısından olumlu geçtiği ve Osmanlıların Haremeyn-i Şerifeyn’e hizmet ettiği iddiasıdır. Tüm bunlar, Suudilerin Arap dünyasındaki Türk efsanesi algısını imha ettiği geçmişteki Suudi- Osmanlı savaşının bir ürünüdür.
Bu yüzden, sempati kazanmak için, Osmanlı devletinin sömürgeci değil, İslami bir devlet olduğu ve İslam dünyasını ve hilafeti koruduğu fikrini öne sürerek ve daima modası geçmiş fikirler ortaya koyarak onları tarihi açıdan kuşatırlar. Ancak Türklerin içlerinde bunun aksini söyleyen gizli bir hakikat duygusu vardır ve dolaylı olarak suçlarını kabul eder ve tarihlerinin hatalarını bilirler.

Kral Abdulaziz
Kurucu Kral Abdulaziz’in Mekke-i Mükkereme’deki sarayında h.1349/1931 yılı hac heyetleri onuruna tertip ettiği bir yemekte hazır bulunan misafirlerden biri olan Osmanlı Padişahının torunu Ahmed Vahdettin için söyledikleri, Arap Yarımadası’ndaki Osmanlı gerçeğinin en büyük kanıtıdır. Kral Abdulaziz, Ahmed Vahdettin için şunları söylemişti: “Allah yoluna çağrı nedeniyle eziyetler gördük. Şiddetli bir şekilde katledildik. Ancak sabrettik ve direndik. Bu zamana kadar en büyük savaşı şu adamın (Osmanlı Padişahı torununu kast ediyor) ecdadına karşı verdik. Emiru’l Mü’minin’in kulları olmayı kabul etmeyip, ‘Hayır, hayır, hayır Allah’tan başkasına kul olmayız’ dediğimiz için katledildik. (Sadece karşı konulmaz kudret sahibi ve her türlü övgüye lâyık olan Allah’a iman etmelerinden ötürü nefret edip, intikam alıyorlardı.) [1]
Kurucu Kral, olanları Müslümanlar için bir vaaz ve ibret olması için hatırlatmak istemişti. Özellikle de işgalci Osmanlı İmparatorluğu’nun İlk Suudi Devleti’ne karşı açtığı savaşları, başkent Diriye ve ülkenin doğusunda, güneyinde yer alan birçok şehirde neden oldukları yıkımı hatırlatarak, Osmanlıların, Suudi devleti ve Suudileri, Müslümanları onlardan uzaklaştırmak ve dine dayalı sahih ilke ve amaçlarını çarpıtmak için Vehhabilik ile nitelemesine dikkat çekmişti. Resmi Ummu’l Kura gazetesinin h. 13 Zilhicce 1349/ 1 Mayıs 1931 tarihli 333 no’lu sayısında belgelenen bu konuşma ayrıca Daretu’l Melik Abdulaziz (Kral Abdulaziz Araştırma Merkezi) kurumunun resmi Twitter hesabında yayınlandı.
Öte yandan Kurşun tarihi, mantık terazisinin tartamayacağı, fikirleri ve hedeflerini destekleyecek şekilde kendine göre formüle ediyor. Suudi Arabistan için birkaç seçeneğin söz konusu olduğunu söyleyen Kurşun, önce bölgesel yakınlaşmalarda bulunulabileceğini ardından da hac yönetimi konusunda istişareler gerçekleştirilebileceğini ifade etti. Haccın dünya Müslümanları arasında müştereken idare edilmesi fikrinin kurucu Kral Abdulaziz’e ait olduğuna dikkat çekti. Bu konuyu derinlemesine ele almadan önce ülkenin oluşum yılarına ve Kral Abdulaziz bin Suud dönemindeki Suudi-Türk ilişkilerine kısaca değindi. Ardından o dönemde kaleme alınan ve Suud-Türk ilişkilerinden bahsedilen bir kitapçıktan söz etti.
Bu söylediklerinin haccın müşterek idare edilmesiyle yakından uzaktan ilgisi yoktur. Kurşun, Kral Abdulaziz’in Hicaz’ın ilhakından sonra yapılması çağrısında bulunduğu İslam kongresini istismar etti. Bu kongrenin en önemli hedeflerinin İslam dünyası ülkeleri tarafından yapılacak önerilere uygun olarak hac idare biçimini onaylamak olduğunu belirtti.
Kurşun’un makalesinde katıldığına işaret ettiği ancak Türkiye’nin katılmadığı İslam Kongresi h.1346/1926 yılında gerçekleştirildi. Kongre’de hiçbir şekilde müşterek idareden bahsedilmediği gibi yalnızca hac mevsimi boyunca görüş ve önerilerini sunan İslam devletlerine atıfta bulunulmuştur.
Aksine Kral Abdulaziz, hükümetinin Beytullah ve hacılarının hizmetinde olduğunu vurguladığı açıklamasında şu ifadeleri kullanmıştı: “1343 yılı hac mevsimi boyunca, dünya genelindeki Müslümanlardan hac ibadetini yerine getirmek üzere hacı heyetlerinin Beytullah’a gelişinden memnuniyet ve sevinç duyuyoruz. Onları rahat ettirme ve tüm haklarını muhafaza teminatı veriyoruz. İndikleri tüm limanlardan Mekke-i Mükerreme’ye ulaşımlarını kolaylaştırma taahhüdünde bulunuyoruz.”
İlk İslam Kongresi’ne gelince Kurşun’un iddiası doğru olsaydı sonucunda yayınlanan kararlar arasında bu konuya işaret edilirdi. Ancak bu konu ne gündemde ne de sonuç bildirgesinde yer aldı. Kral Abdulaziz’in Kongre’deki açılış konuşmasında şu ifadeleri kullandığını biliyoruz: “Gözlerinizle görüyor, sizden önce bu diyarlara hac ve ziyaret için gelenlerden işitiyorsunuz. Hicaz ülkelerinin tamamı ve Haremeyn-i Şerifeyn arasındaki kamu güvenliği benzeri görülmemiş bir derecede mükemmellik seviyesine ulaştı. Yüzyıllardır bu düzeye yaklaşılmamıştı bile. Dünya genelinde düzen ve güç bakımından en üst seviyede olan krallıklar dahi bunun üzerine çıkamadı. Fazilet ve üstünlük Allah’a aittir.” Bu cümlelerden de anlaşılacağı üzere Kral Abdulaziz Haremeyn-i Şerifeyn’in vatanın bir parçası olduğunu ve ülkesinin sunduğu hizmetle gurur duyulması gerektiğini vurguluyor. Ardından evlatları da hac ve Müslümanlara hizmet konusunda bu yolu izledi.
Kurşun’un söyledikleri adeti olduğu üzere konuşmayı kendi hedeflerine ulaşacak şekilde formüle etmekten başka bir şey değildir. Ayrıca Türkiye, cumhuriyetin ilk yıllarında Mustafa Kemal Atatürk döneminde ne hacca ne de Haremeyn-i Şerifeyn’e önem verdi. Bu nedenle günümüz Türkleri ve mevcut hükümetlerinin Suudi Arabistan’ın kuruluşundan bu yana yaptıkları konusunda saf bir düşünceye sahip olması mümkün değil. Suudileri, sürdürdükleri meşruiyeti ellerinden çekip alan bir rakipten başka bir şey olarak göremezler. Türkler ve onlardan önce Osmanlıların Haremeyn-i Şerifeyn’e bağlılık noktasındaki takıntıları, İslam dünyasının lideri olma konusundaki tutumlarının desteklenmesine meşruiyet zemini sağladı.
Suudi Arabistan, tüm bu hizmetleri sunarken, bir gün olsun Türklerin bakış açılarını sınırlandırdıkları pencereden bakmadı. Aksine Suudi Arabistan’a göre Haremeyn-i Şerifeyn’e hizmet, Suudi hükümeti tarafından üstlenilmesi gereken bir haktır. Her Suudi vatandaşı Beytullah’a hizmet etmekten onur duyar.

Türk Milliyetçiliği
Kurşun, çok açık bir milliyetçilikle, “Bedeviler inkâr ve münafıklık bakımından daha beterdirler. Bununla beraber Allah’ın, Resulüne indirdiği (hükümlerin) sınırlarını bilmemeye daha yatkındırlar”[2] ayet-i kerimesine istinaden Bedevilere işarette bulunarak Araplar ve Arap kabilelerini değersizleştirmek istedi. Kurşun, Bedevi nitelemesiyle kesinlikle bu ayete işarette bulundu. Ancak ayetteki a’rab ve bedevi kavramların ne anlama geldiğini iyi bilmiyor.  Ancak görünüşe göre aynı suredeki, “Yine bedevilerden kimi de vardır ki, Allah’a ve ahiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklara ve Peygamber’in dualarını almaya vesile sayar. Gerçekten de bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmeti içine koyacaktır” [3] ayetini unuttu. Ayet burada Kurşun’un kullanmayı amaçladığı mutlak anlamda değil, önceki ayete bir istisna getiriyor. Buna rağmen, kendi nedenleri ve genel kavramları ile sınırlıdır.
Kurşun, “Bu kabileler, bugün aynı usulle tweet paylaşıyor. Her biri sosyal medyada varlık gösteren, hanedana yaranmak için sitelerinde Osmanlı’ya saldıran bu kabilelerin kayıtları, atalarının mühür ve imzaları, Osmanlı Arşivleri’ndeki urban sürre defterlerinde yer almaktadır” ifadesiyle milliyetçiliğini kanıtlamıştır. Bu ifade ile Arap Yarımadası’ndaki tüm Arap kabilelerini değersizleştirmeyi amaçlamaktadır. Ancak bunun bir utanç kaynağı olmadığının farkında değil. Çünkü bu sürre karşılığında Osmanlı İmparatorluğu’nun yolları koruma altında tutuluyordu. Yani aslında bahsettiği koruma ücretidir. Osmanlılar, para ile otorite dayatmadıkça otorite kuramıyorlardı.
Tarihe dönecek olursak, Kurşun, ‘urban sürresi' kayıtlarının kendi arşivlerinde olduğunu söylüyor.Bir köşeye itilen, dışlanan, tarihin sayfalarında saklanan detayları kendisine hatırlatmamız gayet insani bir davranış olacaktır. Bahsi geçen detaylardan biri de Türklerin İslam dünyasına gelişleri ile başlayan, insanlığın medeni yönüne aykırı eski kölelik meselesidir
İlk fetihler Türk topraklarına ulaştıktan sonra Emeviler ve Abbasiler daha sonra Orta Asya'da otorite kurmaya ve İslam’ı yaymaya çalıştılar. Öyle ki Türkler, İslam devletinin hizmetine girmeye başladı. Abbasiler, devlet kademelerinde çok sayıda Türk’ü istihdam ettiler. Özellikle de Halife Mu‘tasım-Billâh döneminde ordunun büyük bir kısmını oluşturmaya başladılar. Türkler bu dönemde devletin desteği ve halifenin adamları konumundaydı. Yalnızca Mu‘tasım-Billâh’ın 20 bine yakın Türk memlukü olduğu söylenilir. [4]
Türklerin Irak ve Şam bölgesindeki devletle daha fazla temas kurmaya, İslam dünyasındaki şehirlere sık sık gidip gelmeye başladıktan sonra bölgelerdeki sayıları artıp aralarından bazıları ordu komutanları olarak görevlendirilip, devlet işlerine hakim oldular. Ancak Mu’tasım-Billâh döneminde ortaya çıkan bu aktif katılım kabileler ve büyük gruplar şeklinde değil, ferdi ve ailevi faaliyetler düzeyinde gerçekleşiyordu. Çoğu devlete hizmet etmek için kullanılan kölelerdi. [5]
Memluk olmalarına rağmen halifeleri izole edip öldürebilecek noktaya kadar etkili oldular. Devlet kademelerine egemen olduktan sonra devlet mallarına da hakimiyet kurdular. Bâgir et-Türkî, h.247/861 yılında Halife el-Mütevekkil-Alellah’ı sarayında veziri el-Feth b. Hakan ile bir arada bulunduğu sırada öldürmeye cesaret etti. (Halifeyi, yine memluk olan babası Vasi et-Türk’i’nin mallarına el koymak istediği için öldürdü) Bu, Mu’tasım-Billâh’tan sonra Türk memluklerin İslam devletindeki fiili otoritesinin başlangıcı oldu. Mu’tasım-Billâh’tan başka kimse onları iktidarda kontrol altında tutamadı. [6]
Türkler güç, etki ve nüfuza ulaştığı zamanda, Türk kabilelerini örgüt ve güçleriyle çağırmak istemediler. Ancak birey ve bilinen askeri grupları paralı asker olarak yanlarına çekmeye çalıştılar. Bunların birçoğu satın alınarak ya da köle edinilerek getirildi. Belki de Türk kabilelerinin diğer medeniyetlere yavaş yavaş entegre olmasının gerekliliği bununla ilgilidir. Bu nedenle İslam devleti tıpkı diğer medeniyetlerin yaptığı gibi, göçleri sırasında yaptıkları barbarlık ve saldırılardan korunmak için kendisi ve büyük Türk grupları arasına sınır çekiyordu. Abbasiler de Türk kabilelerin yer aldığı doğu kısımlarına sınırlar çekmeye özen gösterdi. Sınırlara bedevi kabileler yerleştirdiler. Bu bedevi gruplar, Türkler dağınık grup ve kabileler halinde geldiklerinde Abbasi devletine sızmalarını engelliyordu. Ancak Türklerin gelişi arttıkça bu durum uzun sürmedi ve zamanla eskisinden daha büyük gruplar halinde girdiler. Hatta Selçuklular, halifeyi her türlü tehdide kaşı korumak üzere paralı muhafızlar olarak faaliyet göstermeye başladılar. Türkmen kabilelerinin lideri iken Abbasi devletinde nüfuzlu bir hale geldiler. Koruma rolleri, Türkmen lider ve komutanlar olmaları açısından devlet idaresinde oynadıkları rollerle çatışır hale geldi. [7]
Bu nedenle Kurşun, yazılarında ileri sürdüğü iddialarla acınacak hale düştü. Bilgileri zayıf, işarette bulunduğu konularda hile söz konusu. Tarihten istediğini alıyor, istemediği ya da fikirleriyle uyuşmayanı ise görmezden geliyor. Binaenaleyh, bundan sonra bir parça taşın dahi bir dinar kıymetinde olacağını düşünüyorum.
Sonuç olarak, Kurşun’un bir akademisyen olması hasebiyle makalelerini ilmi ve ciddi fikirlere dayandırmasını, yüzeysellikten ve değişken politik tutumlardan oldukça uzak bir seviyede kaleme almasını bekliyorduk.
Bu nedenle, tarihten delil getirdiği her şey, zayıf ve cılız görünüyor. Makalelerinde Türklerin diğer ırklara bakışını yansıtırken kibirli bir üslup kullanarak varsayımsal fikirlere dayanıyor. Dolayısıyla hükümeti adına konuşan Kurşun’un tercih ettiği bu yönelim, onu dikenlerle dolu bir çukura düşürdü. Artık tarih ona merhamet göstermeyecek ve yanındaki şakşakçıların da ona bir faydası olmayacak.
Tarih herkese açıktır ve kaynaklar ulaşılabilir durumda. Gerçeğinden emin olmak isteyen herkes, kaynaklarına etnik kökene ve siyasi çıkarlara göre değil, mantık çerçevesinde analiz edilebilecek boyutlarla incelemek üzere başvurmalıdır.
Dipnotlar
[1] Buruc Suresi 8. Ayet
[2] Tevbe Suresi 97. Ayet
[3] Tevbe Suresi 99. Ayet
[4] Muhammed el-Umrani (ö580/1184), Tarihu’l Hulefâ, thk: Kasım es-Samarrai, Kahire: Daru’l Afak el-Arabiyye, 2001,104-110; Muhammed ez-Zehebi (ö.748/1347) Târîḫu’l-İslâm ve vefeyâtü’l-meşâhîr ve’l-aʿlâm’, thk: Ömer et-Tedmiri, İkinci Bakı, Beyrut: Daru’l Kitab el-Arabi, 1993, c.17:379; İsmail b. Kesir, (ö. 774/1372) el-Bidâye ve’n-nihâye, thk: Ali eş-Şiri, Beyrut: Daru İhya et-Turasi’l Arabi, 1988, c.10,325.
[5] Şekip Arslan, Tarihu Devleti’l Osmaniyye, thk: Hasan Suveydan, Beyrut: Daru İbn Kesir, 2001,26.
[6] Said el-Bercavi, İmbaraturiye el-Osmaniyye… Tarihuhe es-Siyasi ve’l askeri, Beyrut: el-Ehliyyetu li’l Neşr ve’t Tevzi, 1993,13; Muhammed Mukdeyş, Nuzhetu’l Enzar fî acaibi’t Tevarih ve’l ahbar, thk: Ali ez-Zuvvari ve Muhammed Mahfuz, Beyrut: Daru’l Garb el-İslami, 1988, c.1,256
 [7] Stanford Shaw، History of the Ottoman Empire and modern Turkey, New York: Cambridge university press 2002,2-5