İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Lübnan Tahran’ın şartlarına göre kurulacak bir “üçgene” doğru ilerliyor, ancak…

Fransa’nın Lübnan'ı çöküşten kurtarma girişiminin başarılı olacağı iyimserliğine kapılanların yüzdesinden emin değilim. Ancak, eminim ki iyimserlerin çoğu, başarısız olması için yeterli nedenleri bilenler arasından değildi.
Beyrut’un eteklerindeki Baabda Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda dün, hükümeti kurmakla yükümlü Başbakan Mustafa Edib’in müstakbel hükümeti kurma görevinden istifa ettiğini deklare ettiğinde yaşananlar dikkat çekiciydi.
Yaşananlar, Adil Abdulmehdi hükümeti sonrası dönemdeki “Irak deneyimi” senaryosunun neredeyse birebir kopyası. Lübnan’da yaşananlar, ki Kasım ayının başına kadar devam edebilir,  ülkenin kontrolünü nihai olarak ele geçirmek için uzun vadeli bir strateji bağlamında manevra yapmak ve zaman kazanmak için Irak’ta da kullanılan aynı "İran politikası”dır.
İran’ın “Tahran’dan ziyade Washington’a yakın olduğunu” düşündüğü Mustafa el-Kazimi’yi kabul etmek zorunda kalmadan önce Irak’ta yaptığı manevralar ve Iraklı araçları hükümeti kurmakla yükümlü iki başbakanı, Tevfik Allavi ve Adnan ez-Zurfi’yi harcamışlardı. Tahran’ın oyunun güvenlik ve siyasi bağlantılarını neredeyse tamamen kontrol ettiği Lübnan’da ise İran’ın meydan okuması, üst düzey bir Fransız müdahalesini başarısızlığa uğrattı ve ülkenin geçici siyasi bir arada yaşama formülüne doğru ilerlemesini engelledi.
Burada ilginç olan, bahsi geçen formülün, nihayetinde bir “kurucu konferans”la sonuçlanabilme olasılığının varlığıdır. İlginç olmasının nedeni de İran sokağı ve Lübnan'daki mezhepçi çevresinin aslında ulaşmak istedikleri durağın bu olmasıdır. Her ikisi de buradan yola çıkarak Taif Anlaşması’nın öngördüğü sistemden farklı bir sistem kurmayı umuyorlar. Aynı zamanda – yine geçici olarak- Hizbullah’ın silahsızlandırmasını şart koşmayan aksine gölgesinde bu silahın üstünlüğünün, bütün kazanım ve sonuçlarının pekiştiği bir Şii, Sünni ve Hristiyan “üçgeni”ne ulaşmayı da.
İran, 2003'ten beri Irak'ı yörüngesi etrafında dönen bir uydu devlet olarak görüyor ve ona bu şekilde davranıyor. Kendisini etki alanına nihai olarak ilhak etmeyi bekliyor. İran liderliğinin işlerini kolaylaştıracağını umduğu Şii "sayısal çoğunluk" üzerine oynaması gerçeğinin yanı sıra, birkaç İranlı lider de daha önce alenen “Bağdat’ın İran’ın tarihi başkentinin kalıntıları üzerinde kurulu olduğuna” atıfta bulunmuşlardı. Tüm bunlar, Şii nüfusun ağırlıklı olduğu güney Irak'ta İran hegemonyasına karşı başlayan halk ayaklanmalarından önce yaşanmıştı. Ancak, Kerbela ve Necef dahil olmak üzere güney Irak'ın çeşitli şehirlerinde baş gösteren bu ayaklanmalar, Irak örneğinde "mezhepsel sınıflandırma" felsefesini gerçekten de zayıflattı. Bu sınıflandırma özellikle Nuri Maliki döneminde, birçok aşamada saf mezhepçi dizilimi korumak için gerekli olan "DEAŞ kartını" oynamıştı.
Mezhepçi sınıflandırma felsefesi, Bağdat'taki bazı otoritelerin suç ortaklığı ile hayata geçirildi. Uzun bir süre vatansever Şii sesleri susturmayı ve özellikle Musul ve Sincar ile Ninova Ovası kasabalarında gerçekleşen katliamlardan sonra varlığı gerekli hale gelen “DEAŞ canavarı” ile onlara şantaj yapmayı başardı. Iraklı Şii yurtseverleri yaşam ve geçimle ilgili taleplerinden, Irak adındaki özgür, egemen ve bağımsız bir devlete olan ulusal sadakatlerinden, Şii ve Sünni bileşenleri birleştiren Arap ulusal kimliğinden uzaklaştırmak gerekiyordu. Ayaklanmalardan sonra Güney’de ve Bağdat'ın merkezinde, bölme daha sonra da İran Devrim Muhafızları’nın ürettiği, silahlandırdığı ve eğittiği milis grupların silah gücü ile duruma ele koyma, bunları iktidar sistemi içerisinde “meşru” bir aktör olarak dayatma stratejisinin bir parçası olan kasıtlı "sınıflandırmanın" kırılganlığı da ortaya çıktı.
Geçen yıl 17 Ekim’de patlak veren devrimden itibaren Lübnan’da yaşananlar ve yaşanmaya devam edilenler de aynı felsefe ve yöntemin pekiştirilmesidir. Tek fark, direnişin silahı ile zorla dayatılan “Ordu, halk ve direniş üçlemesi” doktrini aracılığıyla “meşrulaştırılmış” olsa da Hizbullah milis gücünün resmi açıdan hala Lübnan devletinin dışında olmasıdır. 
Hizbullah milislerinin bir gerçeklik olduğu, Lübnan devletinin kurumlarına paralel güvenlik, finans, sağlık, eğitim, sosyal, hizmet ve iletişim kurumları bulunduğu, Lübnan devletinden neredeyse tamamen bağımsız olduğu doğrudur. Fakat bu milis gücünün devlet içinde bir payı olduğu da doğrudur.
Diğer bir deyişle, bu milis gücü, bir yandan diğer Lübnan bileşenleriyle devleti paylaşırken, diğer yandan devletten büyük olduğu söylenen kendi "devletini" de muhafaza ediyor. Bu durumun ışığında, gün ve saat geçtikçe kötüleşen Lübnan'ın içinde bulunduğu durumu çözmeye yönelik Arap ve uluslararası yaklaşımları karmaşıklaştıran sorunlar ortaya çıkıyor.
Arap dünyası, Lübnan devletinin Hizbullah’ın esiri olduğunu biliyor. Dolayısıyla, bu aciz ve zayıf devlete yapılacak herhangi bir yardımın doğrudan Hizbullah’ın eline geçeceğini ve onun tasarrufunda olacağını da biliyor.
Avrupa ülkeleri ve bilhassa –Suriye ve Lübnan’da bir zamanlar manda yönetimi kuran-Fransa da bu gerçekliği kabul ediyor ama  uçurumun eşiğindeki bir ülkeyi kurtarmak için duvarda bir delik açabileceğini düşünüyor. Fransa başta olmak üzere bu ülkeler, en azından bugüne kadar Hizbullah’ın “Lübnanlı bir bileşen” olduğuna güveniyor ve “kendi dini grubu içinde temsili meşruiyete” sahip olduğu için kendisi ile uzlaşmanın ve onu dışarıda tutmaktan kaçınmanın zorunlu olduğunu düşünüyorlardı. Öte yandan bu ülkeler, ABD Başkanı Donald Trump'ın İran ile imzalanan nükleer anlaşmadan çekilip ona yaptırımlar uygulamaya başlamasından beri Washington’un Tahran’a yönelik politikalarına karşı durdular ve hala da duruyorlar. Tahran konusunda Avrupa ülkeleri ile Washington'un pozisyonlarının birbirinden ayrılmasının İranlılara büyük bir manevra imkanı sağladığı aşikar. Bu da sonuç olarak, Hizbullah'ı Lübnan'daki iç durum üzerindeki kontrolünü sıkılaştırmaya itti. İşte Hizbullah’ın dün Fransız girişimine indirdiği darbe ve öngördüğü partilerden bağımsız yetkin uzmanlardan oluşan bir hükümetin kurulmasını engellemesi, bu ikinci boyutta yani Hizbullah’ın Lübnan üzerindeki kontrolünü sıkılaştırması ışığında gerçekleşti.
Diğer tarafta ise ABD var.
ABD’nin Hizbullah’ı tanımlamadaki pozisyonu görünüşte katı ve net. Washington’un gözünde Hizbullah “İran’a bağlı bir terör örgütü”dür. Lübnan’da siyasi hayatı işlevsiz kılmaya çalışmaktadır. Terörü bölgeye yaymaktadır. Bununla birlikte, ABD’nin Hizbullah ile yüzleşmek için aldığı tedbirler esas olarak doğrudan ve dolaylı yaptırımlara bağlıdır. Buradaki büyük sorun ise yaptırımların Hizbullah’a bir zarar veriyorsa zaten çökmüş olan Lübnan ekonomisine iki kat zarar veriyor olmasıdır.
Dahası, ABD’de seçimler için geri sayım başladı. Bu da ister Hizbullah isterse katalizör görevi gören İran'a karşı herhangi bir askeri maceraya girişme olası olmadığı anlamına geliyor. İranlıların şantaj ve “uzun soluk” politikası yoluyla Washington'daki değişime bahis oynadıkları bir zamanda bu, "İran-Amerikan lobisinin" Tahran ve Arap dünyasındaki araçlarına ilişkin dosyada yeniden söz sahibi olmasını sağlayabilir.
Bu, sabırlı halı dokumacılarının uzun soluklu stratejisidir.