Abdurrahman Şalkam
TT

Araplara ne kaldı?

Doğanın mevsimleri, döngüleri vardır. Her birinde ekilecek ayrı ürünler vardır. Aynı şekilde, insanın da aklın gücüyle kendisini şekillendirdiği, geliştirdiği, inşa ettiği ve yenilediği çağları vardır. İnsan ve toprak olsun her şeyin gübreye ihtiyacı vardır. Eğitim de aklın gübresidir. Bütün dünya halkları, onları geliştiren ya da kendilerini yeniden üretmelerini sağlayacak bir alternatif bulamayıp değişmelerine yol açan çeşitli ve farklı aşamalardan geçmişlerdir. Araplar da diğer halklar gibi, başka ulusları kontrol ettikleri dönemler gibi dış güçlere boyun eğdikleri zamanlar yaşamışlardır. Hakim güçler değişse de her aşama, yaşayanların üzerinde kendi etkisini bırakır.
Arap halklarının çoğunda büyük etkisi olan aşamalardan biri İkinci Dünya Savaşı sonrasıdır. Zira bağımsız Arap ulus devletlerinin doğumuna tanıklık etmiştir. Suudi Arabistan, Ürdün ve Irak, yabancı bir gücün bir tür nüfuzu altında olsalar da ilk bağımsız Arap ülkeleriydi. Sykes-Picot, bugün hala çoğu zaman yanlış bir biçimde zikrediliyor. Bu ifadeye, Arap vatanını bölme tanımı da ekleniyor ki bu doğru değil. Bu İngiliz-Fransız projesinden önce ortak bir siyasi varlığın bir araya getirdiği bir Arap vatanı zaten yoktu. Aksine bir bölümü Türk hakimiyeti altında, bazı bölümleri İngiliz, Fransız veya İtalyan sömürgesiydi. Keza manda yönetimi altında olanlar da vardı. İkincisi, bölücü Sykes-Picot projesi, bugün bildiğimiz şekilleriyle Şam ve Irak’ın ötesine geçmemiştir. Bu ikisi, söz konusu projeden önce birer bağımsız ve egemen ülke değil Osmanlı İmparatorluğu’nun birer parçasıydılar.
Sykes-Picot projesinin Kuzey Afrika ve Körfez ülkeleriyle bir ilişkisi yoktu. Çoğu Arap ülkesinin bağımsızlıklarını kazandığı bir dönemde, dünya, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bir araya gelen gelişme ve değişimlere tanık oluyordu. Biri Batılı kapitalist diğeri Doğulu komünist iki büyük uluslararası kutup ortaya çıkmıştı. Bu kutuplaşma akımı, dünyanın farklı bölgelerinde de hakim oldu ancak her birinin kavramları ve ilkeleri farklıydı.
Arap bölgesinde kutuplaşma, başta Balkanlar olmak üzere büyük toprak kayıpları yaşadıktan sonra imparatorluğun bütün halklarına Türk kimliği ve kültürünü dayatmayı amaçlayan Turan akımının, Osmanlı İmparatorluğu’nda öne çıktığı 20’inci yüzyılın başında gün yüzüne çıkmıştı. Bunun üzerine Türk ordusunda görev yapan bir dizi Arap askerin yanı sıra siviller, Türk Turan hegemonyasından kurtulmayı amaçlayan bir hareket şeklinde örgütlendi. Hıristiyan Araplar, Arapların çoğunluğunu Müslüman Türklerle birleştiren en güçlü bağ olarak gördükleri İslami dinsel bağ karşısında Arap milliyetçiliği faktörünü pekiştirerek Türk hegemonyasına direndiler. Arap Hıristiyanlar, başta din adamları olmak üzere Arap dilini korumaya çalıştılar, çünkü Arapçayı Türk sömürgeciliği saydıkları şey karşısında bir direniş silahı olarak görüyorlardı.
Ulusal şovenist eğilimlere gelince, bunlar geçen yüzyılın ilk yarısında aktif hale geldi ve geniş çaplı savaşların alevlenmesine katkıda bulundu. Şovenist eğilimlerin en büyüğü, Avrupa güçleri ile Sovyetler Birliği’nin yönetimi altındaki halklara savaş açan faşizm ve Nazizm idi. Arap ülkeleri milliyetçi düşünceler ile Şam bölgesi sınırlarını aşan Arap Baas Partisi ve Mısır ile sınırlı kalan “Genç Mısır” aracılığıyla tanıştı. Mişel Aflak ve dostlarının kurdukları Baas Partisi’nin ilk hedefi, Arapları tek bir devlet çatısı altında birleştirmekti. Bu nedenle birliği, sloganının (birlik, özgürlük, sosyalizm) başına yerleştirmişti. Bu sloganın ilk testi, Mısır ve Suriye arasında kurulan ve sadece üç yıldan fazla süren birlik oldu. Daha sonra birçok ülke arasında benzer birlik  girişimleri oldu, ancak tabansız doğduklarından toplantı masalarını ya da deklare edildikleri kürsüleri terk edemediler.
Tüm dünyada ideolojiler, Sovyetler Birliği ve kendisine bağlı ülkelerde komünizmin çöküşünden ve Çin'in Maoizm'den (Komünist Parti, bunun siyasi başlığı ve güvenlik aracı olarak kalsa da Çin’de kapitalizme kapıları açan lider Ding Şioping’e nisbetle) Dingizm'e geçmesinden sonra tüm dünyada geriledi. Avrupa, küreselleşme dünyasında bir ekonomik entegrasyon formülü icat etti ve yüzyıllar boyunca rekabet ve savaşlara tanık olan yaşlı kıtada yaşamın akışını değiştirmeye katkıda bulunan büyük birliğini kurdu. Büyük Avrupalı liderler, Avrupa çıkarlarının iç içe geçtiğini ve bu yeni dünyada kendilerini herkese empoze ettiklerini fark ettiler. Geçmişteki kanlı ve acımasız deneyimlerinden birliğin, çatışma ve savaşın alternatifi olduğu dersini çıkardılar. Peki ama nasıl bir birlik formülü?  Büyüğün küçüğe hegemonyasını dayatmadığı ya da küçük oluşumların büyüklere entegre edilmediği, tüm ülkelerin eşit olduğu, her ülkenin kendi siyasi ve sosyal yapısını koruduğu, istediği zaman birlikten çekilme hakkına sahip olduğu iş birliği çerçevesindeki birlik.
Peki ya ekonomik, bilimsel, kültürel ve politik olarak dünyanın tanık olduğu tüm büyük değişimlerin ışığında Araplar ne yaptılar? Gerçeklik ve deneyimler, entegrasyon ve iş birliği için yeni Arap formülleri hakkında düşünmeyi gerektiren yeni gerçekleri sahaya empoze etti. Körfez İşbirliği Konseyi, sosyal ve mekansal bileşeni, dili, dini, mirası, yönetim tarzını ve finansal gücü paylaşan ülkeler arasında iş birliği için bir çerçeve oluşturan ilk projeydi. Bu oluşum, başarı için tüm bileşenlere sahipti ve gerçekten de halkları için çok şey başardı. Ancak, Katar ile anlaşmazlıkların baş göstermesinden sonra sendelemeler eksik olmamaya başladı.
Bir diğer bölgesel birlik kurma girişimi Kuzey Afrika bölgesinde görüldü. Burada, Akdeniz'den Afrika'ya uzanan konumuyla ve imkanlarıyla beklentilerinin çıtasını yüksek tutan Mağrip Birliği kuruldu. Fakat siyasi anlaşmazlıklar çok erken bir dönemde bu çıtayı ortadan kaldırdı ve birlik doğar doğmaz yıkıldı. Üçüncü girişim, Shakespearevari bir sahne ile doğdu ve o sahnede öldü. Bahsettiğimiz girişim, Mısır, Yemen, Ürdün ve Irak'ı bir araya getiren Arap Birliği projesidir. Nitekim, üzerinden birkaç ay geçmedi ki Irak kuvvetleri Kuveyt’i işgal etti. Böylece bu oluşum içinde yer alan taraflardan bazıları kendilerini, Kuveyt’i kurtarma operasyonunda işgalci ortağı Irak kuvvetlerine karşı savaşırken buldu.
Okyanustan Körfez'e tüm birleşme hayalleri ve bölgesel birlik girişimlerinin başarısız olmasından sonra, Arap birliğine dair tüm formüller, sürdürülebilme ve halklarına fayda sağlama olasılıklarını tükettiler mi? Günümüzde tüm dünya, siyasi, ekonomik ve sosyal seçeneklerini kurumsallaştıran ve her türlü dış baskı veya müdahaleden tamamen bağımsız olarak tüm iç ve dış seçeneklerini tanımlayan ulus devlet temelinde bir yapılanmaya dayanmaktadır. Bunlar, tüm devlet yapılarının takip ettiği sabitelerdir. Arap ülkeleri arasındaki iş birliği ilişkilerinin de bu temellere dayanması kaçınılmazdır. Buna, güvenlik faktöründen etkilenen devletler arasındaki güveni de eklemeliyiz. Bunun ülkeler arasındaki ilişkileri güçlendirdiği veya zayıflattığına şüphe yok.
Sahada hiçbir kazanım gerçekleştirmeyen ya da tutunamayan, bir noktada takılıp kalan bütün Arap girişimlerinin tükenmesinden sonra, geriye sadece çıkarlarını tanımlayan ve özgür politikalarını buna göre belirleyen ulus devletler seçeneği kalmıştır. Bu seçenek, başarısızlıklar ve çatışmalardan sonra Arapların parçalanmaya karşı tek kurtarıcısı olabilir.