İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Taif Anlaşması ortadan kaldırılmadan Lübnan'da yeni hükümet kurulmayacak

Lübnan açısından Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un koronavirüse yakalanması, talihsiz de olsa şeref ve özsaygısından geride kalanı kurtarmak için bir fırsat. Aksi takdirde, varoluşsal bir krizi yüzeysel çözümlerle çözmeye çalışmanın beyhudeliğini bininci kez gösterecekti. Çünkü bu kriz, Lübnan kimliği ve yazgısının veya Ortadoğu bölgesinin durumu ve rüzgarlarının yönüyle bağlantılı sınıfçı çıkarların derinliklerine nüfuz etmiş.
Bölgesel gerçeklere nüfuz etmiş bazı Avrupalı güçlerin bocalamalarının “kötü okumadan” kaynaklandığı anlaşılıyor. Elbette, bazılarının bocalamasının sebebi de belirli veya başta İsrail, İran ve Türkiye olmak üzere etkin Ortadoğulu aktörlerle çatışan çıkarlardır. Ancak Fransa, yanlış okumalar yapması mazur görülemeyecek güçlerden biri, çünkü bölgedeki birçok arka plandan haberdar. Fransa mesela şu olaylarda temel bir aktördü:

  • Clermont Konsili ile başlayan ve 1095-1492 yılları boyunca devam eden Haçlı Seferleri
  • Aslen Osmanlı Sultanı Kanuni Sultan Süleyman ile Fransa Kralı Birinci Fransuva arasında 1536’da varılan ve Fransa’ya Osmanlı tebaası Hristiyanların çıkarlarını gözetme hakkı veren anlaşmanın yol açtığı Doğu Sorunu. Anlaşma, sonraki yüzyıllarda Avrupa ve Ortadoğu haritaları ile Hristiyanlık ve İslam ilişkilerini etkiledi.
  • Napolyon Bonapart’ın Mısır ve Suriye Seferi ile Maşrık (Levant) bölgesinde başlayan aydınlanma ve açılım hareketi. Biladuşşam ve Mısır’da kurulan enstitüler ve matbaalar. Maşrık ülkelerindeki siyasi ve kültürel gelişim.
  • Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devletinin mirasını paylaşmak için imzalanan Sykes-Picot Anlaşması. 1920 Paris Konferansı sonrası alınan özel “Lübnan kimliğinin” korunması kararı. 
  • İsrail’in askeri cephaneliğinin inşa edilmesi ve 1956'daki "Süveyş Krizi" (Mısır'a karşı üçlü saldırı)
  • Charles de Gaulle’un Cezayir'in bağımsızlığını tanımasından sonra, Avrupa’nın Arap dünyasına olumlu bir şekilde açılmasına öncülük etmek.

Bütün bunları saymaktan kastımız, Paris’in Arap dünyasının çoğu bölgesindeki kültürel ve siyasi denklemlerin ayrıntılarının tamamen farkında olduğu. Bu nedenle, Lübnanlıların, Cumhurbaşkanı Macron'un geçen Ağustos ayındaki liman felaketinden sonra, mevcut siyasi boşluğu sona erdirecek bir siyasi girişim başlatmak için Beyrut'u ziyaret etme niyetini açıkladığında hayallere kapılmaları ve buna umut bağlamaları mazur görülmeli.
Umutlandılar, çünkü siyaset, finans, geçim ve son olarak sağlık alanında birbirini izleyen hayal kırıklıklarının ortasında, artık pamuktan bir ip kadar zayıf iplere ve kaynağı ne olursa olsun herhangi bir hayale tutunmaktan başka yapacakları bir şey yoktu. Ancak, bu umut ışığı da çok geçmeden söndü. Bilhassa siyasi partilerin hizipçi talep ve manevralarında başa sarmaları sebebiyle teknokrat bir hükümet kurmakla görevlendirilen eski büyükelçi Mustafa Edib’in görevinde başarısız olmasıyla Macron’un, başarısızlığı kanıtlanan ikinci bir ziyaret daha düzenlemek zorunda kalmasından sonra. Böylelikle Fransa Cumhurbaşkanı’nın ziyaretini taçlandıran “ciddilik” ve Kasım ayının başlarında düzenlenecek seçimler için seçim kampanyasıyla meşgul ABD yönetiminin kendisine verdiği söylenen destek halesi yok oldu. O dönemde İran’ın ABD başkanlık seçimlerinin sonuçları belli olmadan Lübnan’da bir uzlaşı istemediği hakkında çok şey söylendi. Bu görüş hala gerçekçiliğini koruyor. Tahran’ın ustalaştığı pazarlık ve şantaj yöntemini bilenler, gitme ihtimali olan bir yönetime tavizler vermesinin söz konusu olmadığını anlarlar.
Nükleer anlaşmadan çekilerek siyasi, yaptırımları sertleştirerek ekonomik, Kasım Süleymani ardından da Muhsin Fahrizade’ye suikast düzenleyerek güvenlik, Suriye’nin doğusu ile güneyindeki askeri varlığını zayıflatarak stratejik açıdan kendisini kuşatan bir yönetime karşı bunu yapmayacağını bilirler. Dahası, Washington’daki İran lobisinin, Donald Trump’ın 4 yıllık başkanlık dönemi sırasında eli kolu bağlı değildi.
Trump’ın İsrail’in ilişkileri normalleştirme atılımlarını aşırı bir hevesle desteklemesi de İran’ın Ortadoğu’daki takipçilerine kendisine olan bağlılıklarını haklı göstermek için gerekçeler sundu. Bu esnada, Kovid-19 pandemisinin ABD’de etkili olmasından sonra ABD sahnesini takip edenler, popüler siyasi ruh halinde bir değişimin başlangıcına tanık oluyorlardı.
Geçmiş 3 yıl içinde gerçekleştirdiği büyük ekonomik patlamaya güvenen Trump yönetimi kendisini, ikisi de birbirinden zor iki seçenek arasında seçim yapmak zorunda buldu. Kapanma ve katı bir izolasyon politikası benimseyerek, ekonomik temelleri sarsıp gerçekleştirdiği ekonomik atılımı bitirecek ya da gittikçe daha fazla eyalette etkili olan (özellikle de düşük gelirli bölgelerde), sağlık tesislerini felce uğratan ve bütçesini tüketen pandemi tehlikesini görmezden gelecekti.
Pandemi, etnik gerginlikler ve güvenlik sorunlarıyla sonuçlanan huzursuzlukları da tetikledi. Nihayetinde, başkanlık ile eyaletler arasındaki anayasal çatışmaların ve tereddütlerin ortasında, ABD’de vaka ve ölüm sayıları tüm dünya ülkelerini geçerek rekor kırdı. Ekonominin çeşitli sektörleri acı bir gerileme yaşadı. Böylece, Kasım ayındaki seçimler için geri sayım başladığında, Trump en güvendiği "ekonomi kartını" kaybetmişti. Bu nedenle Demokrat rakibi Joe Biden'a karşı da kaybetti.
İran bugün sabır kartına bahis oynayarak doğru bir hamle yaptığını ve Barack Obama’nın benimsediği iş birliği ve uzlaşı politikasına dönmese de Biden’ın en azından kendisine karşı düşmanlık ve yaptırımları hafifleteceğini düşünüyor. Buna ilaveten İran liderliği, nükleer anlaşmadan çekilme konusunda Trump’a katılmayan Avrupalıların, Obama’nın eski yardımcısı Biden döneminde kendisine karşı daha özgürce hareket edeceklerine de inanıyor.
İran'ın bu güveni bugün kontrolündeki Arap ülkelerinde, özellikle de gerçek gücün Hizbullah milislerinin elinde olduğu Lübnan'da açıkça görülüyor. Bunun ilk işareti, Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın partisinin - Hizbullah'ın Lübnan'daki nüfuzuna kalkan sağlayan Hristiyan grup – tırmandırmaya geri dönmesi, yeni hükümetin kuruluşunda "Taif Anlaşması"nın kurallarına bağlı kalınmaması talebinde bulunması oldu. Hizbullah çevrelerinin sessiz kaldığı mezhepçi bir körükleme çabasıyla “anlaşma”, “standartlar birliği” ve “Hristiyan temsili” gibi ifadeleri gündeme getirerek, bu anayasal anlaşmanın dayanaklarını yok etmeye çalışıyor.
Bu noktada, Taif Anlaşması’nın hiçbir zaman İran veya Avn'dan destek görmediğini hatırlatmalıyız. Hizbullah ile Avn arasındaki ittifak da, bölgedeki azınlıklar ittifakı hesabına siyasi Sünniliğin yükselişini güvence altına aldığını öne sürdükleri anlaşmaya karşı besledikleri ortak düşmanlığın ürünüydü.
Son olarak, Taif Anlaşması (1989-1990) Suriye rejiminin onayıyla imzalanmış olmasına rağmen, Şam onaylanmasından sonraki haftalar içinde bazı maddelerinin içini boşalttı ve sadece işine gelen maddelerini uyguladı.
Şam, Hizbullah ve Avn’ın Suriye ve Lübnan’daki durumlar karşısında aynı safta yer aldıları bugün, Taif Anlaşması tamamen ortadan kaldırılmadan Lübnan’da yeni hükümet doğmayacak gibi görünüyor.