Husam İytani
TT

Uluslararası toplumun Lübnan’a karşı sorumluluğu var mı?

Arap devrimlerinin verdiği derslerden biri, acı çekmenin zaten acı çeken bir kimse için artık hiçbir şey ifade etmediğidir.
Dünya, bu devrimlerin en kanlı ve en sıkıntılı kısımlarında, bilhassa Suriye'de, kurbanların çıkarları yönde müdahale etmeyi reddetmiş, onları Guta’da kimyasal gazlar içerisinde boğulmaya, Halep ve Humus'ta bombalar altında ezilmeye terk etmiştir.
Uluslararası toplum tüm bunlar yaşanırken çocukların ceset kalıntıları arasında “Beşşar Esed düşerse bize ne faydası olacak? Kalırsa bize ne kazandıracak” hesaplaması yapma yönündeki çirkin alışkanlığından da vazgeçmemiştir.
Bu soruların cevapları zor değil.
İşte en az yarım asırdır işgal ettiği yerdeki Baas rejimi!
Dünya ise zerre pişman değil, aksine mültecileri sığındıkları yerlerde rejimi tehdit etmekle, ülke ekonomileri üzerindeki ağır yük olmakla suçluyor.
Ellerinden tutan birine ihtiyaç duydukları bir dönemde uğradıkları hayal kırıklığını, şişme botlarla veya yürüyerek geldiklerini düşünmüyorlar bile.
Nitekim Kovid-19 salgını, ortaya çıkardığı bu ikiyüzlü davranışa yeni boyutlar kazandırdı.
Parası olmayanlar hastane kapılarında, yaşlılar huzurevlerinde ölü bulundu; ya da evlerinde unutuldu.
Yoksul ülkelerin elde ettiği, ‘jeopolitik’ bir metaya dönüşen, ölülerden kâr elde etmekten başka hiçbir şey bilmeyen başkan ve liderlerin ticarini yaptığı aşı kırıntıları oldu.
Uluslararası kuruluşların bu büyüklükteki krizi idare edemeyecek kadar zayıf oldukları gerçeği ise artık istatistiklere muhtaç bırakmıyor.
Dünyanın, uluslararası kurumlarının ve Batı'nın, insan hakları, güçsüzlerin savunması, fırsat eşitliği ve benzer sloganlara bağlı olmadığını söyleyenler var.
Bazıları bu sloganların İkinci Dünya Savaşı sonrasında, eşitlik, sosyal adalet, işçi ve köylü haklarına dair radikal sloganlar atan Komünist bloğa karşı Soğuk Savaş bağlamında ortaya çıktığını, Batı’nın Sovyetler Birliği çöküşünün ardından bu yükümlülüklerinden kurtulduğunu söylüyor.
ABD, düşmanlarına yönelik sistematik işkencenin Afganistan ve Irak'ta yeniden başladığı, şüphelilerin Guantanamo'daki, Washington ile ittifak halinde olan ülkelerdeki yasadışı hapishanelerde tutulduğu 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasını şekillendiren de buydu.
Bu görüşe göre insan hakları, kullanılıp zamanı dolduğunda bir kenara atılan bir araçtı.
Batı Modernitesi ve aydınlanmasına yönelik değerler hakkında kendilerine söylenenlere inanan ahmaklar teselli olmaz.
Batı'nın bu durumuna karşılık Doğu’dan ise yalnızca despot rejimler, çılgın tiranlar, dinci, mezhepçi ve grupçu şiddet harici bir şey sadır olmamakta.
Mesele şu ki, söz konusu dersler ve sonuçlar, Lübnanlıların her gün deneyimledikleri hususlar. Bu ülkedeki siyasi ve ekonomik sistemlerin çöküşüne yönelik uluslararası kayıtsızlık, yönetici siyasi grubun bir diğer yüzüdür. Nitekim dünya, demokratik sistemleriyle, ‘eşsiz’ hükümet formülüyle her zaman övünen Lübnanlıların bu uçurumun kenarına kendilerinin geldiğini, çıkış yolunun ise net ancak kolay olmadığını söylüyor.
Çözüm Lübnan ekonomisine bir miktar kan vermek için gerekli reformları izleyen Uluslararası Para Fonu (IMF) ile anlaşmaya varan bir hükümetin kurulması.
Ancak bu çözüm; tam olarak bu çözüme ulaşmak için getirilen, ancak IMF ile müzakereye varamayıp politikacı ve bankacıların hilelerine boyun eğen, devlet maliyesinin kapsamlı incelemesi için gerekli belgeleri sağlamayan Hassan Diyab hükümetinde başarısız oldu.
Mevcut güç dengesi, iktidarı elinde tutan taraf taviz vermedikçe, zirâ tavizin Lübnan kimliğini tehdit edeceği iddiasında bulundukça bu çözüm yolunda ilerlemeyi engelliyor.
Mesele, komediyi takip eden trajediye varmış durumda. Lübnan felaketinin ilk yılını belirleyen irrasyonel paradokslar, daha da derinleşti; öyle ki, değişimin imkansız olduğuna dair giderek yerleşen bir inanç kaydedildi. İşin en trajik yanı ise, vaziyetten çıkış yolunun netliği: yeni bir hükümet ve IMF ile anlaşmaya varma. Bu yönde, yardım etmekte aciz kalan dünya tasavvuru, birkaç boş kelimeden fazlasıyla ortaya çıkıyor. Ki bu dünya, Lübnanlıların çoğunun kendi çıkarlarını temsil etmek için görevlerine getirilen kişilerin kurbanları olduğunu da çok iyi biliyor.
Dünyanın Lübnan'da olup bitenlere dair az da olsa bir sorumluluğu var mıdır?
Devletin ulusal egemenliği ilkesi, dünyayı Lübnan halkının kurtuluş arayışına yardım etmekten muaf tutar mı?
Lübnan halkı ve yerleşik mülteciler üzerinde hakimiyeti bulunan başarısız bir devlet mi bu insanların hak ettiği?
Bu, ahlak meselesinin yalnızca uluslararası politikanın bir parçası olarak değil, aynı zamanda maddi çıkarların bir parçası olarak yeniden ortaya çıkmasını gerektirir. Böylece ahlaki yaklaşım yokluğunun felaket sonuçları, sorumluluklarını üstlenmekten kaçınanlar üzerinde patlak verir.
Lübnan, belki de kendi kazdığı kuyuya düşerken, halkı ise bu kuyudan kendi imkanlarıyla çıkamayacağı kadar zayıf ve fakir bir hale geldi.
Lübnan devletinin iflası ve toplumsal çöküş sorununu uluslararası boyuta taşıma yönündeki yeni güvenceye ise kulak verilmeyebilir; tıpkı Guta’daki çocukların boşa çığlıklarına da kulak verilmediği gibi.