Prof. Dr. Ahmet Abay
Akademisyen
TT

Başkalarının acısına bakmak

“Başkalarının acısına bakmak” yıllar önce dostum ve kardeşim Erdoğan Aydoğan’ın kıymetli ağabey Terzi Yusuf’un hayatıyla ilgili kaleme aldığı yazısını okurken beni yüreğimden yakalayan ifadelerden biridir. Erdoğan kardeşim, kıymetli Ağabey Terzi Yusuf’a şöyle bir soruyla başlayan bazı sorular sormuştu;
-Abi be başkalarının acısına bakmak nasıl bir duygudur? Seyirci olmanın, uzakta olmanın mazereti geçerli midir? Sanal ortamda ölümlerin sanal taziyeleri çözer mi sorunumuzu? Cehennem sıcaklarda bir çocuğun üşümesini izlemek ya da ağlayan bir babanın kaçırırken gözlerini yakalamak… Onlar için de gece, bildiğimiz gece midir? Ortadoğu’da çocuklar, rüyalarında hiç yürek dede ile padişahı görür mü?  Sabahları oralarda da güneş avlulara kuş cıvıltıları mı doldurur? Serçekuşa sorsak her yanımız Afganistan mı olmuştur, güneş niçin kara görünür gözümüze?
Kıymetli dostlarımın hoş görüsüne sığınarak – ve izinlerini de alarak- bu sorulara Terzi Yusuf ağabeyin verdiği cevapları Erdoğan kardeşimin harika anlatımıyla olduğu gibi sizlerle paylaşmak istiyorum.

“-Bir sigara yakalım bir de çay söyleyelim. Benim kalbim bu kadarını kaldırmaz, çok yüklenme hocam. Cennet Güzel’inde Cemal Şakar, yazmıştı. Neydi hatırlat hele!
-Rachel Corrie!
-Evet, kutlu bir eylemdi. Adamak ve adanmak üzerine düşününce insan, yakınlarda ilkin onun adını anıyor. Hesabı verebilir miyiz bilemiyorum. Çok konformist olduk. İçimizde ve dışımızda dünya birikiyor sürekli. Buldozerlerin önünde barış çağrısı yapmak… Ateşin içindeki mazlumlara korkulu gecelerinde eşlik etmek erkek işi. Erkek adamları hatırlatmak ödevdir hepimizin üzerinde…
Unutma hoca; Sen gitmezsen bütün çocuklar yetim! Şimdi çocuklar, daha fazla üşüyor cehennem sıcaklarda. Her gün daha yalnız tüm dünyanın ekranlarında… Sıkışan bir yüreğin mi var, seken bir kurşun sesinde, birden dilin mi tutuldu dipsiz bir sarsıntıda; bir çocuğun gurbetine sığın! Dua bil onu, avuçlarından yüzüne suvar bağışlanma niyetine. Öteleri toparladım geldim de! Bahanesi yok; acı ha bire katmerleşse de elemini kâr belleyip oturdum yıkıntılarında de! Göç mevsimi nicedir hep bu diyarda.
Unutma hoca; Sen gitmezsen Yusuf kuyuda unutulur! Kim anlatır en güzel kıssayı sen gitmezsen? Ashab-ı Uhdud nedendir hâlâ bilinmez mi ateşin başında? Yusuf bir güzellik ülkesi; sanki Şam, saçlarını çözmüş Nil; ağıtlar ülkesi Bağdat, Srebrenista, Doğu Türkistan, Libya, Yemen, Suriye… Gökte yapılıp yere indirilmiş şehir Kudüs ve hüzün denizi Endülüs. Yusuf çokça çocuk, çokça gelecek; çokça ümit demek. Sen de Yusuf’la kuyuya düş! Ashab-ı Kehf’in mağarasına sığın zindandan kaçarak! Ama önce unutma: söylemen gereken kutlu sözü, önce ilan et gizlide ve açıkta adı “övülmüş” olanın çağrısını!
Unutma hoca; sen gitmezsen Mostar düşer, Bağdat düşer, Şam düşer, düşer kalesi İslam’ın Arakan’da! Kudüs, Akmescid gibi gözlerimize baka baka erir! Dinmez Doğu Türkistan’da akan gözyaşları!

Sarp yokuşu aşmak için tünellere inmeliyiz hocam! Gün akşamlıdır; tünele doğru yürüyelim. Gazze’de, Sarejova’da tüneller umut ve ışıktır yorgun düşlere. Tekerlekli sandalyesiyle Ahmet Yasin ilk kazmayı vurmaya gelmiş. Aliya; İgman Dağları’nın teri üzerinde henüz kurumadan kollarını çemremiş, elinde küreği toprak atıyor. Ümmetin üzerindeki ölü toprağı atıyor. Tünellere inelim, elimiz değsin kardeşlerimize. Tünellere inelim içimiz ışısın zulmün karanlığına karşı!”[1]

Evet, “başkalarının acılarına bakmak” böylesine incitiyordu samimi yürekleri. Peki, hâlâ başkalarının acısına bakarken yüreğimiz böyle mi yanıyor? Yoksa reel politik gerçekleri, ulusal menfaat ve çıkarları önceleyerek onların acılarını görmezden mi geliyoruz. Ya da uluslararası politik arenada bu acıların pazarlık konusu edilmesi bizleri hiç rahatsız etmiyor mu? Acıların yaşandığı yerlere maddi manevi gidişleri kimler yapacak? Bizim olmadığımız yerde başkalarının olmasını beklemeye hakkımız var mı?
Kurban bayramı arifesinde olan Müslümanların, acılar ve ihtiyaçlar içerisinde olan dünyanın her yerindeki kardeşlerini hatırlama, onların acı ve sıkıntılarını giderme zamanlarının geldiğini idrak etme çabaları hep akamete mi uğrayacak?
Soruları uzatmak mümkündür? Bizim sorulardan daha çok cevaplara ve eylemlere ihtiyacımız olduğu aşikârdır. Bu cevapların kendi inancımızda ve değerlerimizde mevcut olduğunu biliyoruz. Hz. Peygamberin vahyin nuruyla şekillenen hayatında bunların nasıl eyleme dönüştüğüne onun hayatını hakkıyla öğrenen herkes şahittir. Bunlardan birkaç tanesini hatırlayalım hep birlikte.
 “Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir.”[2]
“Sizden biriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.”[3]

“İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir iş göstereyim mi? Aranızda selâmı/barışı/huzuru/güveni yayın.”[4]
Hz. Peygamberin başkalarının acılarına uzaktan bakmadığı bu ifadelerinden rahatlıkla anlaşılmaktadır. Bunu açıkça gören ve hisseden merhum Mehmet Âkif:
“Hiç sıkılmaz mısınız Hazret-i Peygamber’den?
Ki uzaklardaki bir mümini incitse diken,
Kalb-i pâkinde duyarmış o musibetten acı,
Sizden elbette olur rûh-ı Nebî dâvâcı.”

diyerek başkalarının acısına uzaktan bakılması halinde Hz. Peygamberin bu durumdan nasıl rahatsız olacağını dile getir.
Bizler bunun farkına vararak acılara merhem olmak için elimizden ne geliyorsa yapmak durumundayız. Bedeli ne olursa olsun! Bu bedelin ne olduğunu M. Akif’ten öğrenerek son noktayı koyalım:
“Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.”
“Başkalarının acılarına” uzaktan bakmadan bayram geçirmek dileğiyle…

[1] Erdoğan Aydoğan, Hüzzâm, Mekân Hikâyeleri, ed. Köksal Alver, Duran Boz, İz Yayıncılık, İstanbul, 2017, s.362-363.
[2] Hâkim, Müstedrek, IV, 352; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 87
[3] Buhari, İman, 7; Müslim, İman, 71-72; Tirmizî, Sıfatü"l-kıyâme, 59
[4] Müslim, Îmân, 93