Vahdettin İnce
Yazar
TT

Tabiatın tecrübe dili bize ne diyor?

İmparatorluğun battığı gecenin sabahında yeni bir dünyaya uyandık. Bizim tasarlamadığımız, beklemediğimiz, aklımızın ucundan bile geçirmediğimiz bir dünya. O günün aleyhimize olan koşullarının dayattığı ve belki de söylendiği gibi alternatifi de olmayan bir dünyaydı ama dediğim gibi çoğumuz için sürpriz oldu. Kendimizi bir anda daracık sınırlar içinde bulduk. Sadece Türkiye’yi kast etmiyorum, bütün bir İslam alemini. Bizim pek bir dahlimiz olmasa da yeni bir dünya kurulmuştu ve biz de bu dünyadaki yerimizi almıştık. Fakat eski dünya bütün hususiyetleriyle göçüp gitmemişti. Adı ve fiili varlığı ortadan kalkmıştı sadece. Ve bütün bu daraltılmış sınırlar içinde insan malzemesi olduğu gibi duruyordu.
Osmanlı imparatorluğu millet-i hakime diye Müslüman kavimlerin öncülüğünde kurulmuş bir devletti, Türklerin, Arapların, Kürtlerin, Alevilerin, Sünnilerin… Osmanlı ortadan kalktıktan sonra onun yerine kurulmuş devletlerin sınırları içinde de Türkler, Araplar, Kürtler, Aleviler, Sünniler yaşıyordu. Her biri demografik olarak küçük birer Osmanlıydı. Alın Irak’ı. Bir Arap ulus devleti olarak tasarlandı. Ama Araplarla birlikte Kürtler, Türkmenler, Şiiler, Sünniler…yaşıyordu sindirilmiş olarak. Bildiğiniz gibi beklenmedik gelişmeler sindirilenleri su yüzüne çıkardı. Bugün Irak’ı daha önce kimsenin adeta varlığından haberdar olmadığı Şiiler yönetiyor, Kürtlerin de artık federe bir devletleri var. Suriye hakeza. Arap ulus devleti, ama iç savaş patlak verdiğinde sindirilen bütün imparatorluk bakiyesi unsurların gün yüzüne çıktığını gördük. Üzeri masmavi bir şal ile örtülü denizin kopan bir fırtınada içini dışarıya atması gibi Suriye Arap ulus devletinin pek bilinmeyen Kürtleriyle, Türkmenleriyle, Nusayrileriyle…tanıştık. Şimdi bu unsurların tekrar şalın altına alınmasına çalışılıyor. Cin şişeye girer mi tekrar, göreceğiz.
Türkiye geçmişin demografisini en yoğun biçimde barındıran bir ülkedir Türk ulus devleti olarak tasarlanmasına ve ısrarla sürdürülmesine rağmen. Her hadisede, her gelişmede bu unsurlardan birinin veya bir kaçının uç verdiğini görebiliyoruz. Yani demografik gerçeklik kurgusal üstyapıyı kevgire çeviriyor her defasında. Bu demografik çeşitliliği bildiğimiz için ufak bir kıvılcımda yüreğimiz ağzımıza geliyor. Şalın yırtılıp altındaki çeşitliliğin gün yüzüne çıkmasından endişe ediyoruz. Ciğerlerimizi yakan son yangınlarda bile en büyük endişemiz kurgusal üstyapıları hallaç pamuğu gibi savuran (sebebi ne olursa olsun) bu doğal afetin örtük kalmasını arzu ettiğimiz gerçekliğimizi yüzümüze çarpmasıdır.
Bu değerlendirme bize yekpare gösterilen çevremizdeki bütün ülkeler için geçerlidir. Biz de dahil çevremizdeki bütün ülkeler için söylüyorum, büyük yekpareliği gerçekleştirmek bugünkü koşullarda mümkün görünmediği için mevcut varlıkların yekpareliğini korumak önemlidir ve her durumda korumalıyız. Ama bize dayatıldığı günden beri yaşadığımız her siyasal gelişme, her sosyal olay, her doğal hadise ithal, kurgusal, olağandışı koşulların ortaya çıkardığı üstyapıyla eldeki yekpareliği koruyamayacağımızı söyleyip duruyor. Önceki yazılarımda sık sık vurgulamıştım, tabiatın bir dili var ve buna tecrübe dili denir diye. Tabiatın tecrübe dili “teayüş”ü (bir arada yaşamayı-yekpareliği) öngörüyor. Göklerin dili de bu bir aradalığın “tearüf” (birbirini haklarıyla birlikte tanımak, özgünlüğüne saygı göstermek) ile mümkün olduğunu söylüyor.
Gökten gelen haberin ve tabiatın yaratıcısı birdir. Bu yüzden her ikisi de aynı şeyi söylüyor: doğanın çeşitlilik yasasına ket vurmaya endeksli üstyapılar kurmayın, netice alamazsınız diye. “Yaratan bilmez mi, O her inceliği bilir ve her şeyden haberdardır?”
“Allah bilir, siz bilmezsiniz”.