Mahmud Muhyiddin
Dünya Bankası eski Başkan Yardımcısı. İngiltereWarwickÜniversitesi'nden Finans Ekonomisi alanında doktora ve York Üniversitesi'nden yüksek lisans derecesine sahiptir.
TT

Güç yanılsamaları ve zayıflık gerçekleri

Afganistan'ın silahlı işgali ile başlayıp büyük çöküş olarak tanımlanan olayla sona ermesinden 20 yıl sonra, dünya, ABD Başkanı Joe Biden'ın sözleriyle, misyonun amacının “bir devlet inşa etmek ya da bir demokrasi yaratmak” olmadığını öğrendi. Taliban Hareketinin bir lideri de "demokratik sistemi kesinlikle benimsemeyeceğiz" diye açıklama yaptı.
Batı ve Doğu ülkelerindeki yetkililere sık sık Afganistan'ın “imparatorlukların mezarlığı” olduğu açıklamaları atfedildi. Ki söz konusu bilgiyi, bu ülkelerin başkentlerinde parlak isimlere sahip araştırma merkezlerinin raflarında birikmiş tarih kitaplarından herhangi birine bakarak tespit etmek kolaydı. Ama bunlar, insanların hiçbir şey öğrenmediği tarihin dersleridir. Bunlara, aynı göz ardı edilme  kaderini paylaşabilecek son olaylardan alınan yeni dersler hakkındaki kitaplar eklenecek. Ders almamanın bedelini ise her zamanki gibi, kaybedilen hayatlar, boşa harcanan servetler, gelişmeden kaybedilen on yıllar ve geri kalmışlığın tuzaklarında hayatta kalma çabaları ile halkın çoğunluğu ödeyecek. Bir yanda Kabil Havaalanı’ndan gelen perişan insan manzaraları, oradaki kaos ve tahliye uçaklarına tutunmaya çalışan kurbanlar, medyanın naklettiği karışıklık ve panik tezahürleriyle ilgili görüntüler yayılırken, diğer yanda başka görüntüler Taliban Hareketi üyelerini dondurmayı ve lunaparktaki çarpışan arabaları ne kadar sevdiklerini ifade ederken gösteriyordu.
Birkaç gün sonra Afganistan'daki olaylar, adet olduğu üzere, yani krizlerin birbirini takip etmesi, ardından onlara alışılmasıyla birlikte, bugün basın ve medyada manşetteki yerini başka olaylara ve gelişmelere bırakacaktır. Ancak geride birçoğu cevapsız kalacak kritik sorular kalmaya devam edecektir.
İlk ve en kolay soru; ne oldu? Uzmanlar bizi 1979'a ve belki de öncesine uzanan krizin köklerine götürecektir. Demokrat Başkan Jimmy Carter yönetiminin Soğuk Savaş döneminde Moskova yanlısı hükümete karşı Afgan direnişini desteklemek için yaptığı girişimlere, Sovyetler Birliği'nin o zamandan günümüze kadar uzanan çatışmalar ve savaşlar sebebiyle acı çeken ülkenin işgaline karışması gibi yansımalarına ulaştıracaktır. Afganistan’ın yaşadığı yıkım, Cumhuriyetçi Başkan George Bush’un, 11 Eylül 2001'de Amerikan topraklarına yapılan terörist saldırılara yanıt olarak ABD liderliğindeki bir koalisyon aracılığıyla Afganistan'ın işgal edildiğini ve Kabil'deki rejimin devrildiğini duyurmasıyla zirveye ulaştı.
Bugün, bazıları Demokrat Başkan Barack Obama döneminde yönetimde görev alan Amerikalı uzmanlar, Usame bin Ladin'in Mayıs 2011'de Pakistan'ın Abbottabad kentinde öldürülmesinden sonra ABD'nin Afganistan'ı terk etmesi gerektiğini söylüyorlar. Bush yönetiminde üst düzey yetkili olan diğer uzmanlar da, Bin Ladin'in Aralık 2001’de Afganistan'da yaşanan çatışmalardan sonra Nangarhar vilayetindeki Tora Bora Dağlarındaki mağaralardan kaçtığının netleşmesi üzerine ABD’nin Afganistan'dan çıkması gerektiğini ekliyorlar. Şu anki ABD Başkanının, amacının esasında bir devlet inşa etmek olmadığını söylediği bir misyon için, istila güçlerinin Tora Bora Savaşından bu yana tam 20 yıl veya bin Ladin'in öldürülmesinden bu yana tam 10 yıl neden kaldığına gelince, bunlar yanıtı verilemeyen sorular. Bush yönetiminde ABD dışişleri bakan yardımcılığı yapan Richard Armitage, bu satırları yazmadan önce dinlediğim bir röportajında; ABD'nin aslında 2002'de Afganistan’dan ayrılması gerektiğini, ancak bunun yerine işlerin “otomatik pilot" olarak tanımladığı bir durumun komutasına bırakıldığını söylüyordu. Bu durumun tanık olduğumuz şekilde sona erene kadar uzun bir süre devam ettiğini belirtiyordu.
Bugün Amerikalılar Afganistan’dan çıkışın gerekli olduğu ve geciktiği konusunda hemfikirler, ancak Afganistan’a istilacı olarak girmek temel olarak gerekli miydi, bu konuda ihtilaf halindeler. Ayrıca – çok azı- dışında aslında çıkış için bir strateji olduğu konusunda hemfikirler. Bu da bizi ikinci soruya götürüyor; bu ani çöküş neden yaşandı? Siyasi analist Ian Bremmer, Biden döneminin ilk büyük krizini, Amerikalıların kazanma şansının, Taliban'ın da kaybetmesinin mümkün olmadığı sürdürülebilir olmayan bir durumdan çıkışı, bir strateji değil, uygulama başarısızlığı olarak adlandırarak açıklamaya çalıştı.  Bremmer, bu büyük krize yol açan zayıflıkları gösteren 4 boyut belirliyor. Birincisi, askeri ve istihbari başarısızlık. İkincisi, çıkış prosedürleri ve siyasi sonuçları konusunda müttefiklerle koordinasyon sağlayamamak. Üçüncüsü, çeşitli olasılıkları öngörme ve bunlar için uygun kaynakları sağlama anlamında plan yapamamak. Bu da yönetimin, tahliyeye yardım için geri çektiği sayının iki katından fazlası asker göndermesine neden oldu. Dünyanın ekranlardan takip ettiği, Afgan rejiminin Taliban Hareketinin karşısında hızla düşmesi sürprizinin dehşetinin neden olduğu karmaşa da bunun sonucu. Dördüncüsü, Afganistan’ın kapsamlı veya hızlı bir şekilde Taliban'ın kontrolüne girme olasılığını küçümseyerek, medya ve iletişimde de başarısız olmak. 1975'te Saygon'da kaçmak isteyenlerin asıldığı Amerikan helikopteri sahnesinin bir daha yaşanmayacağı vurgulanırken, ekranları daha trajik ve yıllarca Hollywood filmlerine konu olacak görüntüler işgal etti.
Üçüncü soru, devletin doğası ve Afganistan'daki geleceği hakkındadır. Bunu önümüzdeki günler gösterecek. İşgal, yaptığı harcamalara rağmen Afganistan topraklarında başarısız bir devlet, ihmal edilmiş bir ekonomi, eskisinden daha parçalanmış ve birbiri ile savaşan bir toplum bıraktı. Bu yıkıcı istiladan önce kendiliğinden anlaşılması gereken, yabancı davetsiz misafirlerin elleriyle bir ulus devlet inşa etmenin imkansız olduğu bugün apaçık ortada. Davetsiz misafirin iyi niyeti üzerine aşırı cömert varsayımlardan, onun gelişinden önce yaşanan ve talihsiz yaratıcı kaos teorisi müjdecilerinin onayladığı ölümcül yıkımlardan bahsetmiyoruz bile. Nitekim kaos meydana geldi ve sadece yıkım yarattı. İhmal edilmiş ekonomiye gelecek olursak; Amerikalı ekonomist Jeffrey Sachs, " Blood in the Sand” (Kumdaki Kan) başlıklı makalesinde, Afganistan'ın yeniden inşasından sorumlu ABD genel müfettişi tarafından bu yılın başlarında yayınlanan bir rapora atıfta bulunuyor. Rapora göre, istiladan bu yana geçen 20 yılda 964 milyar dolar harcandı. Bunların yüzde 86'sı ABD kuvvetleri için yapılan harcamalara gitti. 130 milyar dolar civarındaki geri kalanının 83 milyarı Afgan güvenlik güçlerine harcandı. Kalanı uyuşturucuyla mücadele ile Afganistan'da çalışan Amerikan ajanslarını destekleme arasında dağıtıldı. Bunun sonucunda ekonomik yardımlara yalnızca 21 milyar dolar kaldı. Yani, bu muazzam meblağın yüzde 2'sinden azı Afganistan'ın kalkınmasına gitti. Dolayısıyla, bazı sağlık göstergelerinde ve kız çocuklarının eğitiminde sınırlı bir iyileşme olması dışında, ülkenin ekonomik ve sosyal gösterge tablolarının en alt sıralarında yer alması şaşırtıcı değil. Kız çocuklarının eğitiminde yaşanan dönüşümün dahi, özellikleri net olmayan veya öncelikleri açıkça ortaya konmayan kurulma aşamasındaki rejimden yeterli desteği alamaması durumunda daha da kötüye gitmesinden korkuluyor.
Dördüncü soru, ABD dış politikasının geleceği ve en önemlisi, bu büyük başarısızlıktan sonra hızla değişen çok kutuplu bir dünyada mevcut uluslararası sistemin geleceği ile ilgilidir. Olup biten sadece Kabil Havaalanından gelen son görüntüler açısından değil, aynı zamanda birçok alanda talihsiz performansın kaydettiği bir görüntüler sürecinin uğradığı fiyaskodur. Georgetown Üniversitesi'nden uluslararası ilişkiler profesörü Charles Kupchan’ın ifade ettiği gibi, ABD politikasının önceliklerinin altyapı ve sosyal politikalara yatırım yaparak ülkeyi içeriden yeniden inşa etmek, yurtiçinde demokrasiyi reforme eden, yurtdışında halk tarafından desteklenen politikalarla örnek teşkil etmek olması gerektiği yönünde artan görüş akımlarını tetiklemektedir. Öte yandan, Financial Times'ın editörü de bize ABD'nin uzun tarihini, apaçık müdahale ve çeşitli nedenlerle içe kapanma arasında uzanan ardışık döngülerini hatırlatıyor. Halihazırda ABD’nin birinci ve ikinci dünya savaşlarında olduğu gibi, zorunlu olmadıkça kendisini dış çatışmalara dahil etmemeye iten iç etkenlerin bulunduğunu da. Her halükarda, ABD içinde dış müdahalelerin durmasına yönelik artan çağrılara rağmen, Washington, Avrupa ve Asya'daki müttefiklerinin istikrarına ve güvenliğine önem vermeye devam edecek. Amerikalılar şimdi, hedefe geç ulaşmak,hiç ulaşmamaktan iyidir anlamında bir sözü tekrarlıyorlar. Ama Afganistan örneğinde Amerikalılar daha erken gitmeliydiler, hatta hiç bu şekilde gelmeselerdi daha iyi olurdu.