Muhammed Rumeyhi
Araştırmacı yazar, Kuveyt Üniversitesi'nde Sosyoloji profesörü...
TT

Çiviler üzerinde yürüyüş

Profesör Cihad el-Zeyn’in yakın zamanda “Darul Arabiyya Lilulum” Yayınevi tarafından yayınlanan “Haraik Fi Sakafatuna es-Siyasiyye” (Siyasi Kültürümüzde Yangınlar) isimli kitabına belki de en yakın başlık “Çiviler üzerinde yürüyüş”tür. Bu ifade kitabın içinde geçiyor ve ben de yazıya başlık olarak kendisini seçtim.
Cihad Zeyn seçkin bir Lübnanlı yazar ve gazeteci, daha önce bu köşede bir önceki kitabı “el-Mıhna el-Asime”den (Suçlu Meslek) bahsetmiştim. Yeni kitap belki de yazarın Arap acılarımızın anatomisine eklediği daha parlak bir başka mum. Kitabın ayırt edici özelliği, meslektaşımın yayınladığı bir dizi kitapla ilgili ister İngilizce ister Fransızca olsun gazetelerde yayınlanan kitap incelemeleri (59) ile kitabın özüyle ilgili bazı yorumlara bir bölüm ayrılmış olması. Bu başlı başına, genellikle bizimle ilgili konular hakkında başkalarının nasıl düşündüğünü görmeyi sağlayan nesnel bir ek. Ancak kitabın en ilgi çekici bölümü, yazarın “Siyasi kültürde bir cinayet soruşturması” yan başlığını verdiği 37 sayfalık zengin ve kapsamlı önsöz. Bu metin tek başına olup bir kitabın önsözü olmasaydı, geçen yüzyılın başında büyük Arap aydınlarının yayınlanmış risalelerine eklenebilirdi. Çağdaş Arap siyasi kültürünün bir anatomisi olan önsöz, bu kültürün aşağıdaki noktalarda özetlenen en önemli tezahürleri üzerinde duruyor.
İlki, çağdaş Arap kültürümüzdeki siyasi olguyu nasıl açıklarız? Yazar bu konuda “Halduni olmayan tarih” diye adlandırdığı yeni bir kavram sunuyor. İbn Haldun, toplumların gelişim ve değişim tarihini “badiye halkı” (göçebelik) ile “hadara halkı” (yerleşik kent halkı) arasındaki çatışma üzerinden açıklamaya çalışmıştır. Bu, yönetim devir tesliminden, devletlerin yükselmesinden ve çöküşünden oluşan Arap tarihinin uzun aşamaları için geçerli olabilir. Yazara göre, “Halduncu olmayan tarih” bölgemizde Batı sömürgeciliğinin topraklarımıza gelişinden, yani 19. yüzyıldan itibaren başladı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra doruğa ulaştı ve etkisini günümüze kadar sürdürdü. Başka bir deyişle, içeriden değil dışarıdan gelen dayatmalarla devletler değişti ve haritalar çizildi. Bu müdahale nedeniyle bölgede endişe fitnesinin tohumu ekildi. Sınırlar çizildi ve bu sırada bazı birleşik sosyal bağlar kesildi. Yazarın deyimiyle “Modern Ortadoğu, kültürel geri kalmışlığa karşı kültürel üstünlüğün istilası üzerine kurulmuştur” ve bu istila arkasında çeşitli ve çalkantılı ülkeler bırakmıştır.
İkincisi, yazar çağdaş Arap siyasi olgularda tespit ettiği ikinci hususa “izolasyon” adını veriyor ve kendisini delillerle ispatlıyor. Bu bağlamda yazar şunları söylüyor, “Kuveyt'in işgalinden sonra Saddam Hüseyin, kendisi ve yardımcıları arasındaki iletişimi sağlaması ve mesajlarını iletmesi için şahsi hizmetçilerinden birine güvenmek zorunda kaldı. Öyle ki bu hizmetçisi Saddam'dan sonra devletin en güçlü figürüne dönüştü”. Saddam’a çok yakın isimlerden birinin yazara (ki yazar adını da zikrediyor) anlattığına göre, Saddam Hüseyin, uydular tarafından algılanıp yerinin tespit edileceğini düşündüğü için kol saati bile takamaz olmuştu. Yazar daha sonra Mısır deneyimine intikal ediyor ve oradan bir izolasyon örneği veriyor. Hüsnü Mübarek Saddam’ın aksine normal bir hayat sürdürdüğü için saraylarında bir “izolasyon” içinde yaşadığını anlamadı. Sağduyuya sahip değildi ve Mısır sokağının “veraset” konusunu endişeyle tartıştığını ve karşı çıktığını bilmiyordu. Babalık duygusu kendisine yakın isimlerin önünde duramayacakları kadar güçlüydü. Bu yüzden onlar da veraseti gerekçelendiren ve bunda hiçbir yanlışlık görmeyenler korosuna katıldılar. Özellikle de Hafız Esed’in (Aleviler arasında ruh göçüne “reenkarnasyon” dair eski bir inançla) Suriye cumhurmonarşisini* oğluna miras bırakmayı başarmasından sonra.
Ne var ki Mısır Suriye’den farklıydı ve Mısır ordusunun yapısı 1952 yılından beri ülkeyi yöneten kurum olduğu için veraseti akıllıca görmüyordu. Öte yandan, oğlunun politik davranışları da sağduyulu değildi. Sözgelimi, tribünlerden izlediği Cezayir ile Mısır arasındaki bir futbol karşılaşması sırasında yaşanan arbededen popüler olarak yararlanmak istiyor gibi bir görüntü çizmişti. Mübarek ve çevresindekiler veraset konusunu açık, net ve kesin bir şekilde yalanlamadılar. Mübarek’in 30 yıl boyunca yardımcısının adını belirlememesi de şüpheleri artırdı. Yazar, diğer örneklerle birlikte bunu bir tür izolasyon ve politik duyu eksikliği olarak görüyor.
Kitabın önsözünde derin bir şekilde ele aldığı üçüncü konu, yazarın “Yasakların politikacılara üstünlüğü” adını verdiği hususla ilgili güçlü duygusu şeklinde özetlenebilir. Bu duygu okura olduğu gibi aktaracağım şu güçlü metinde sunuluyor; “Şunu söylemekten pişman değilim; Pakistan ve Endonezya’dan Fas ve Irak'ın uç noktalarına kadar kırsalın herhangi bir köşesinde küçük veya önemsiz herhangi bir Müslüman din adamının yasaklama gücü, Abdunnasır, Saddam Hüseyin, Hafız Esed, Muammer Kaddafi, Suharto, dahası Selahaddin’in elde ettiği tüm siyasi gücün üzerindedir.” Bu ifadeler kesinlikle çok güçlü, ancak “İslami köktendinci partilerin karar verici olarak kolayca kendilerine boyun eğen bir toplumda neden kontrol edici bir kültürel güce sahip olduklarını” da açıklıyor.
Dördüncüsü, bir önceki noktadan devam ederek yazar, kalemlerinden başka bir şeyleri olmayan “entelektüellere yönelik suikast veya suikast girişimleri” olgusuna geçiyor. Bu entelektüeller arasında, Farac Fuda, Necip Mahfuz, Hüseyin Merve, Naci el-Ali, Lokman Salim ve birçok başka isim yer alıyor. Bu, “İslam hareketlerin mensuplarının” modernite ve sanata düşman olduklarını doğruluyor. Nitekim bir yüzyıldan bu yana edebiyat, tiyatro ve hiçbir sanat dalında büyük bir isim ortaya çıkarmadılar. Dolayısıyla ortada küstahlık, tekrar, ritüeller ve doğru olmayan görüşler taşıyan kültürel bir sığlık var.
Beşincisi, yazar, devlet dışı örgütlerin devlet üzerindeki üstünlüğü veya egemenliğinin, yasaların üstünde olma ve hukuksuzluk olgusunun incelenmeyi hak ettiğine inanıyor. Bunun bariz bir örneği olarak ülkesi Lübnan'ı eleştiriyor. Ancak Lübnan tek değil, söz konusu olgu Irak, Suriye, Yemen ve Libya’da da bulunuyor. Bu konuda yapılan her eleştiriye, birçokları hemen “kendini aklamak” ve suçu yabancı ötekine veya toplumun bir başka kesimine yükleyerek karşı çıkıyorlar.
Yazar, yeni bir gerileme dalgası yaratan ve kendi deyimiyle “reformun ölümüne” tanık olan “Arap Baharı” adı verilen olgunun “cesurca gözden geçirilmesi” çağrısında bulunuyor. Son olarak, yazarın 25 Temmuz Hareketi daha yaşanmamış olduğundan kendisi hakkında yazamadığını, dolayısıyla kısmen Tunus deneyimine güvendiğini, keza aralarında büyük bir benzerliğin olduğu Türk deneyimi ile ilgili de bir eleştiri eklemediğini belirtmeliyiz
Son söz; yukarıdakiler ancak yazarın alaycı bir tavırla “iflah olmaz bilgisizliğime” kelimeleri ile ithaf ettiği kitap okunduğunda tamamlanabilecek bir özettir.
* Cumhumonarşi, genellikle cumhuriyetçi olduğunu iddia eden, ancak siyasi olarak ve özellikle de yönetimin miras bırakılması konusunda krallığa benzeyen rejimleri tanımlamak için kullanılan alaycı bir kavramdır. (ç.n.)