Bülent Şahin Erdeğer
TT

İslam Devleti mi İslam’a uygun/İslami devlet mi?

Hilafet II. Abdülhamid döneminde Sünni Müslüman dünyada etkinliği artırmak için siyasal bir kart olarak canlandırılmış, 1924'te ise kaldırılmıştı.
Hilafetin kaldırılmasının ardından yeniden İslam birliğini kurma hedefiyle Arap dünyasında 1928'de İhvan-ı Müslimin kuruldu.
Siyasal İslamcılığın 20'nci yüzyıldaki ana damarı olan İhvan'ın Arap ülkelerinde örgütlenmesinin yanı sıra Takiyuddin Nebhani liderliğindeki Hizbu't Tahrir, Mevdudi liderliğindeki Cemaat-i İslami Sünni dünyada etkin İslamcı akımlar oldular.
Şii dünyada ise İhvan'dan etkilenen usuli mollalar Ayetullah Humeyni liderliğinde Velayet-i Fakih teorisini ortaya attılar.
Velayet-i Fakihçiler/Humeyniciler Şiilerin Mehdisi gelinceye kadar siyasete bulaşmayan ahbari Şii mollaların aksine Mehdi gelip idareyi ele alana kadar onun adına vekaleten mollaların kutsal bir din devletinin kurulmasını savunuyordu.
Şii bir din adamının (ki birincisi İmam sıfatıyla Humeyni ikincisi de Rehber sıfatıyla Hamaney oldu) iktidarında bu kişiyi halk seçmiyor.
"Rehber" bu açıdan Hz. Muhammed ve Dört Halife'nin iktidar anlayışından farklı bir dini iktidar kuruyor. Ana akım (Sünni, Zeydi Şii, İbadi, Mutezili) İslami devlet teorisi "Ehlu'l Hal ve'l Akd" üzerine kurulur.
Yani peygamber dahi olsa Hz. Muhammed de toplumsal bir sözleşme ile dünyevi iktidarını meşrulaştırır.
"Biat" bu bağlamda hem Resulullah hem de Dört Halife dönemlerinde halkın yöneticiyi seçmesi yöneticinin de halka söz vermesi, karşılıklı haklar ve sorumluluklar anlaşmasıdır.
Müslümanların kendi aralarındaki bu yönetici seçiminin yanı sıra İslami olmayan kesimlerle de daha geniş bir yelpazede Medine Sözleşmesi belgesinde gördüğümüz üzere ortak-federal yönetim tecrübesi de sabittir.
Ancak Sünni dünyada saltanat rejimlerinin askeri darbelerle yönetimi ele geçirmeleri sebebiyle bu karşılıklı sözleşme algısı fiilen rafa kaldırılmış, halife sultan'a dönüşmüş, halk iradesi önemsizleşirken şura sadece bir grup teknokratın tek adama danışmanlığına indirgenmiştir.
Bu açıdan Dört Halife sonrası Sünni yönetimler "Raşid" (Rüşd: olgun, doğru) olarak tanımlanmamıştır.
Sünni devletlerin bir çoğunda “Şeriat” ya kısmen ya da tamamen uygulanmakta olup bu durum o devletleri İslamcılara göre “İslam Devleti” yapmamaktadır.
İslamcılığın en karikatür ve çarpık yorumu olan Küresel Cihatçıların ve onlardan koparak daha da çarpık bir “Hilafet” yorumuna savrulan “Irak ve Şam İslam Devleti” (IŞİD/DEAŞ) uygulamaları nasıl bir dinsel faşizm üretmiştir tüm dünya buna şahit oldu. Elbette bu dinsel faşizm tüm İslamcıları ya da daha geniş boyutta tüm Müslümanları temsil etmez. Ancak çarpık bir “İslam Devleti” idealinin nasıl daha da çarptırılarak bir canavara yol açabileceğini bize öğretir. Aynı ibret tablosu İran’daki “Yeşil Vatikan” için de geçerlidir.
Ancak 12 İmamcı Şii tarih-inanç okumasında ise böyle bir sözleşme imkansızdır ve dünyevi yönetim diye bir şey olamaz.
Devlet de kutsal olarak Allah tarafından belirlenmiştir/yöneticiler Tanrısal olarak atanmıştır. Bu sebeple Şiilikte halk yöneticisini seçemez yönetime 12 İmam Allah tarafından atanmışlardır.
12. İmam olan ve kaybolan Mehdi ise geri dönecek ve son ideal adalet çağını başlatacaktır. Şiiliğin bu açıdan apokaliptik bir altın çağ mitolojisi olduğunu ifade edebiliriz.
1979'da yaşanan halk devriminin önemli bir bileşeni olan Velayet-i Fakihçi/Humeynici molla sınıfı bir "İslam Cumhuriyeti" tesis etti.
"İran İslam Cumhuriyeti" modeline İslamcılığın 20'nci yüzyılda elde etmiş olduğu en büyük başarı diyebiliriz.
İran'daki şeriat yani İslam hukukuna dayalı yönetim modeli iç siyasette sekülerist siyaset yapılmasına imkan tanımıyor.
Rejim, Türk, Kürt, Beluç ya da Fars temelli etnik siyasi akımları da dışlıyor. Sınıf temelli Marksist, Liberal vs. siyaset yapmak da illegal olarak görülüyor ve yasak.
Sünni toplum da kendi dini anlayışlarını ifade edebilecekleri İslam yorumunu siyasal bir söylem olarak örgütleyemiyorlar.
Bahai, Zerdüşti, Hristiyan ve Yahudi azınlıklar da kendi siyasetlerini yapamıyorlar.
Dolayısıyla İran İslam Cumhuriyeti rejimi siyaset alanını sadece Şii İslamcı kulvarda (reformist-muhafazakar kalıplarında) yapılmasına izin veren dar bir alanı "İslam Cumhuriyeti" olarak kurguluyordu.
İslamcılığın modern dünyada tesis edilen Liberal Demokratik ya da Marksist versiyonlarıyla modern ulus devlete alternatif bir paradigma sunmadıklarını aksine modern ulus devleti İslamlaştırmaya çalıştıklarını görüyoruz.
Bu bağlamda “İslam Devleti” gerek Sünni “Hilafet Devleti” versiyonuyla gerekse de Şii “Velayet-i Fakih Devleti” versiyonuyla modern ulus devletin tüm yapısal özelliklerini kabullenen bir modeldir.
Ulusal devlet sınırları olan, toplumu yukarıdan aşağıya devlet eliyle şekillendiren, tahakkümcü ve totaliter bir güç aygıtının yeşile boyanmasını “İslam Devleti” olarak tanımlamak en önemli kavram kargaşasıdır.
“Devle İslamiyye” ifadesi İslami yani İslam’a uygun devlet demektir. İslam’a uygunluktan sadece had cezalarının uygulanmasını anlamak ise çarpık bir din anlayışına ve dinsel zorbalığa bizi sürükler.
Oysa İslamilik bireyin ya da toplumun ve dolayısıyla o toplumların devletlerinin de İslami ahlak ve erdem değerleriyle uyumlu olması demektir. Bu da şüphesiz adalet, ehliyet, liyakat, hukuk karşısında herkesin eşit olması, şeffaflık, insanın özgür iradesine saygı duyulması, toplumların özgür iradelerinin toplumsal tercihlerde esas alınması gibi erdemlerdir.
“İslam Devleti” “Hilafet” ya da “Velayet-i Fakih”ten anlaşılan ise bunun tersine din adamları sınıfının oligarşisi, kutsallaştırılan bir ulus devlet projesidir ki bu bağlamda “İslam Devleti” etiketli “modern ulus devlet” İslami olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kur’an ve Sünnet açıkça bize Müslümanın temel görevinin “Davet” olduğunu ve kesinlikle “Zorlama”nın yasak olduğunu ifade eder. Bu açıdan insanlar özgür tercihlerinde serbesttirler. Allah’ın bu dünyada insanları iyiye zorlamadığı gerçeği önünüzde durmaktadır.
Müslümanlar kendi şahsiyetlerini İslam’a uygun şekillendirmeli, ticaretlerinde, aile hayatlarında İslami ahlakı hakim kılmalı dolayısıyla yaşadıkları toplumlarda davetçi olarak insanları toplumsal erdemlere çağırmalıdırlar. Böyle bir siyasi ahlak söyleminin had cezalarından çok ama çok daha öncelikli bir görev olduğunu da unutmamalıdırlar. İnsan hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınması, sosyal adaletin sağlanması bu siyasal hedeflerin öncelikleridir. İslami olan kutsal bir din devleti talebi arasındakş temel fark da budur.
Modernite öncesi yaşanan İslami yönetim gerçekliğinin İslamcılığın kurguladığı ideolojik İslam Devleti ütopyası ile bir alakası olmadığını ve modernite sonrası oluşan uluslararası sistemde bir “İslam Devleti” kurmaya çalışmanın imkansızlığını çözümlemesi açısından Wael B. Hallaq’ın “İmkansız Devlet” adlı eserini öneririm.
Kalın sağlıcakla…