Abdulmunim Said
Kahire’de Mısır Gazeteciler İdaresi Meclisi Başkanı ve Kahire Bölgesel Strateji Çalışma Merkezi Yönetim Müdürü
TT

Yeni bölgesel krizler

16 yıllık iç savaşın sona ermesinden sonra Beyrut'a yaptığım bir ziyarette, Lübnanlı dost ve kardeşlerimden, gelecek nesillerin bu acı savaştan dersler çıkarabilmeleri için, temas hatları adını verdikleri bölgelerdeki savaşın bazı izlerini olduğu gibi bırakmalarını istemiştim. Ancak hatların her iki tarafında da herkes savaşın izlerinden kurtulmak ve yeniden barış haline dönmek için acele ediyordu. Böylece Lübnanlılar savaşın izlerinden biri olan zor bir gerçeği de değiştirmeden olduğu gibi bıraktılar. O da aşina oldukları kotalara dayalı devlete ilaveten aşina olmadıkları devlet içinde devlet esasına dayanan, Hizbullah ve yandaşlarından oluşan, kendi uluslararası ilişkileriyle silahlanmış, savaş ve barış kararlarında İran'a tabi, devleti üçte bir engeli ile yöneten bir devlet.
Lübnan’da hesaplama bilgisizliğinden kaynaklanan savaşları doğuran, başka iç savaşlara sürükleyen en büyük kusur bu oldu. Ne var ki Lübnan halkı büyük bir hareket ile sokaklara dökülüp ulusal devlet çağrısı yaptığında, koronavirüs salgını baş gösterdi ve kendisine bir de Beyrut Limanı patlaması eklendi. Patlama, artık yargı yolu ile halledilemeyecek sonuçlar tesis etti, çünkü "engelleyici taraf" yargıçları kaçırtmak istiyor. Lübnan bir kez daha iç savaşın ve korkunç bir ekonomik krizin eşiğinde. Buna bir de diğer bölgesel meselelerde artan sıcaklıklar ekleniyor.
Bu durum sadece Maşrık (Levant) bölgesi için geçerli değil, çok uzak olmayan ve daha önce de iç savaşlar yaşamış Sudan’da ülke ikiye bölündü. Sudan’da mezhep esasına dayalı kota ifadesi yaygın olmasa da, bölgeler ve etnik gruplar arasındaki bölgesellik güçlü. Tüm etnik gruplar ve bölgeler ihmalden ve yönetime yetersiz katılımdan şikayet ediyor. Sudan’da yaşanan halk hareketi, bütün problemleri asker ve siviller arasındaki tarihi paylaşım yoluyla çözmeye çalıştı. Buna göre askeri taraf egemenlik, sivil taraf da hükümetle ilgili yetkilere sahip. Halk hareketinden iki yıl sonra iki taraf arasındaki uzlaşı iptal ve Sudan tarzında bir yeniden gözden geçirmeye tabi olacak gibi görünüyor. Sudan tarzı ile sivillerin yetersizlik ve çaresizliğe rağmen herkesi memnun etmeye çalışmaları ve bunun sonucunda yönetimde başarısız olmaları, bunun üzerine ordunun ülkeyi yolsuzluktan kurtarmak için darbe yapması, birkaç yıl sonra sivillerin yeniden askeri yönetime karşı harekete geçip devrim yapmalarını kastediyoruz. Bu kez devrimin temelinde, sivil tarafın yönetimden çekilmesini isteyen ve askeri yönetimi destekleyen bir kitle ile devrimi tamamlayıp askeri yönetimden kurtulmak isteyen bir kitle bulunuyor.
Durum artık eskisi gibi değil, bu sefer Darfur, doğu ve güneyde ayrılık ve bağımsızlığa hazırlanan daha çok bölge var. Ülke bütünüyle Etiyopya ile gerilim içinde. Bütün dünya birçok mesele ile meşgul ve Sudan veya Lübnan'daki olaylar basının satırları arasında kendisine pek yer bulamıyor gibi görünüyor. Tunus ve Libya, Akdeniz'e ve onun ötesinde Avrupa’ya açılan pencereler oldukları için daha özel bir öneme sahip olabilirler. Birincisinde gerilim, bir halk ve kimlik disiplini tarafından yönetiliyor. Cumhurbaşkanı şimdiye kadar krizin siyasi yönetiminde dengeyi sağlamayı başardı. İkincisi, seçimlerin bu yıl bitmeden yıl sonuna yakın bir zamanda yapılması konusunda varılmış uluslararası ve bölgesel bir konsensüse tabi.
Ne var ki Tunus’taki bu disiplin, işçi sendikalarını hastalıklara karşı koruma sağlamayan, ekonomiyi kurtarmayan ve teröre karşı bir koruma sağlamayan bir demokrasiyi savunmak için seferber etmeye çalışan İslamcı Nahda Partisi’nin patlatabileceği bombalar tehlikesinin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Aynı şekilde Libya'da seçimlerle ilgili konsensüs, paralı ve silahlı grupların teşkil ettiği tehlikenin ortadan kalktığı, politikacılarda seçimlere hazırlanma yönünde büyük bir değişimin önünü açtığı anlamına gelmiyor. Herkes her yerde barut kokusu alıyor. Irak'ta koşullar, şiddet günlerinin bir daha geri gelmemesine, seçim sonuçlarının ulusal devletin ortaya çıkışının önünü açacak siyasi dengenin bir kısmını yeniden tesis etmesine dair ulusal bir mutabakata işaret etse de, her halükarda İran yakında. Lübnan'daki engelleyici üçte birin uzantısı olan İran destekçileri, bu engelleyici mekanizmanın bir benzerini Bağdat’ta da tesis etmek istiyorlar.
İlginç olan bu endişe ve gerilim tezahürlerinin, Körfez İşbirliği Konseyi Zirvesi toplantısında deklare edilen el-Ula Bildirisi’nin doğurduğu ve yaygınlaşan bir arka planda yaşanmış olması. Bu bildirinin ardından Mısır ve BAE ile bir yandan Katar, diğer yandan Türkiye ile ilişkiler yeniden başladı. Bu taraflar arasındaki diplomatik rota, büyükelçiliklerin yeniden açılması, havayollarının yeniden uçuşlara başlaması veya mevcut ekonomik ilişkilerin daha dostane bir ortamda yürütülmesi gibi ısınma eğilimi gösterdi. Arap Birliği'nin Suriye iç savaşının başlangıcında Suriye'nin üyeliğini askıya almak için yaptığı oylamadan 10 yıl sonra, Suriye'nin Birliğe dönüşüne dair işaretler birbirini takip ediyor. Mısır Dışişleri Bakanı, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda Suriyeli mevkidaşı ile görüştü ve "Suriye'nin Arap dünyasındaki konumunu geri kazanmasına" yardım etme sözü verdi. Pazar günü, BAE Suriye ile ekonomik iş birliğini derinleştirmeyi kabul ettiğini duyurdu. Tüm bu adımlar, başta ABD olmak üzere çok fazla uluslararası destek alıyor gibi görünüyor.  Halbuki ABD Kongresi 2019'da Ceaser (Sezar) Yasası olarak bilinen ve ABD'nin ülkede yaşanan vahşetten sorumlu Suriyeli oluşumlara yaptırım uygulamasını öngören bir yasayı kabul etmişti.
Ancak Biden yönetimi bu yasaya bağlı görünmüyor ve sadece bir yaptırım paketinden sonra, bir yanda BAE'nin Suriye’nin en önemli ticaret ortağı olduğu açıklamasına, diğer yanda geçtiğimiz günlerde Mısır doğalgazının Suriye üzerinden yakıt eksikliği nedeniyle elektrik kesintisi sorunu yaşayan Lübnan'a gönderilmesine yönelik anlaşmaya destek verdi. Ayrıca ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ceaser Yasası'nın "önemli bir araç" olduğunu, ancak yaptırımların insani kaygılarla dengelenmesi gerektiğini söyledi. Arap ülkelerine dayanan en görünür girişim ise Mısır, Ürdün ve Irak’ın taraflarını oluşturduğu girişimdi. Son iki yılda istikrarlı adımlarla ilerleyen bu girişim, ilk olarak, bir yanda Filistin meselesi, diğer yanda İsrail ile barış, ikincisi Irak'ın yeniden Arap saflarına kazandırılması konusunda bir Mısır-Ürdün koordinasyonu ortaya çıkardı.
21. yüzyılın üçüncü on yılının ikinci yılında, birçok uluslararası araştırma merkezi, şiddetteki düşüşe, sükunet hali ve uzlaşmaya yönelik genel eğilime dikkat çekmeye başladı. Bu eğilim, geçici bir duraklama veya ateşkese mi yoksa daha fazlasına, bölgede daha radikal değişikliklere işaret eden genel bir eğilimi mi temsil ediyor sorusu baskın hale geldi. Ancak yukarıda açıkladığımız  Lübnan, Sudan, Tunus veya Irak’ta olup bitenler, her an patlamaya hazır Filistin-İsrail çatışması ve Yemen ve Suriye'deki iç savaş gibi endişe verici konuları da unutmamak gerekir. Bölgedeki tarih tartışmasının doruk noktasına yaklaştığı görülüyor ve bu da bölgedeki durumu iki yön çekiyor; birincisi, kendileri için gerekli bölgesel istikrarı bir dereceye kadar sağlamaya çalışan birçok Arap ülkesinde meydana gelen derin reform eğilimlerini destekleyerek bölgeyi ileriye götürüyor. Diğeri ise onu geriye çekiyor ve alevlendiğinde, uzlaşmalara rağmen, kıvılcımları sınırları aşan yangınlara sürüklüyor. Bu haliyle durum, dikkat, uyanıklık ve takip gerektiriyor. Şimdi siyasetin ve bilgeliğin büyük bir rol oynaması gereken bir zamandayız.