İki kampa bölünmüş dünyaya tanık olan kuşaktanım. Bunlar sosyalist ve kapitalist, doğu ve batı kamplarıydı. NATO ittifakı ile Varşova ittifakı üyelerinden, kısaca ABD önderliğinde bir grup ile Sovyetler Birliği önderliğindeki diğer gruptan oluşuyordu. Bu taksimin dışında kalan dünyanın geri kalanı ise “üçüncü dünya” adıyla bilinmeye başladı. Söz konusu taksim, iki taraf arasında bir Soğuk Savaş düzeni kuran İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde yaşandı. Aralarındaki savaş sıcak değildi çünkü ikisi birlikte sıcaklığı, çoğunlukla son grupta (üçüncü dünya) yaşanan vekalet savaşları şeklinde ihraç etmişlerdi. Çin-Hindistan, Arap- İsrail, Pakistan-Hindistan vb. çatışmalar bu kapsama giriyor. Soğuk olmasının bir diğer nedeni, nükleer silahların icat edilmesini müteakip her iki taraf da bir diğerini ve onunla birlikte dünyanın geri kalanını tamamen yok etme gücüne sahip olduğundan savaşmalarının artık mümkün olmamasıydı. Gelgelelim Soğuk Savaş, Berlin Duvarı ve ardından Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla 1989’da sona erdi ve ABD dünyanın tek süper gücü haline geldi.
Ancak bu taksimin sona erdiği anlamına gelmiyordu, çünkü Batı ile dünyanın geri kalanı arasında bir engel yani bir The West and the Rest (Batı ve gerisi) durumu vardı. İddiaya göre Batı ile dünyanın geri kalanı arasındaki fark şuydu; ilk grubun yani Batı’nın, bir piyasa ekonomisi ve üçüncü sanayi devrimi aşamasına giren ileri teknolojisi, küresel pazara girmek ve kıtaları aşan yeniliklerine karşılık verme konusunda büyük bir enerjisi vardır. Geri kalanlara gelince, kenarda yaşarlar, geri kalmışlığı gevelerler ve dar fikirliliği teneffüs ederler. Şimdi öyle görünüyor ki bizim kuşağımız, her kesimin kimliğinin Amerikan tanımına göre belirlendiği "demokrasi" ve "otoriterlik" arasında dünyanın bir kez daha bölünmesine tanık olacak.
Bunu daha da açacak olursak; Başkan Biden’ın seçim programının önemli bir yönüne ve Demokrat Parti içindeki ilerici kanadın baskılarına yanıt olarak, 9-10 Aralık tarihlerinde yaklaşık 100 ülkenin katılacağı Uluslararası Demokrasi Konferansı düzenlenecek. Dolayısıyla yine yaklaşık 100 tane olan dünyanın geri kalan ülkeleri ve siyasi birimleri, bu taksimin diğer tarafını temsil edecekler. Onlar otoriter olanlardır. Kimi zaman diktatör kimi zaman da otokrat olarak tanımlananlardır. Her ne kadar tanımlanıp değerlendirildiklerinde, gerçekte neyi yansıttıkları konusunda bu terimler arasında birçok farklılık olsa da kısaca tanımlanacak olurlarsa, yalnızca despotturlar. Konferansa davet eden tarafa göre, sanal Uluslararası Demokratik Ülkeler Konferansı 3 noktayı tartışacak; otoriterliğe karşı demokrasiyi savunmak, yolsuzlukla mücadele etmek ve savaşmak, insan haklarına bağlılığı teşvik etmek, bu teşvikin, bu hakların doğasında var olması gereken demokratik ülkeler için mi geçerli olduğu yoksa otoriterlikleri insan hakları ihlalleri içerdiği varsayılan diğer ülkelerle mücadelenin odak noktası mı olacağı bilinmiyor.
Böylece dünyanın yeni bir taksimi ile karşı karşıya kaldık ve bunun bir tarafında mutlak bir doğaya sahip misyoner bir felsefe yer alıyor. Bu felsefeye göre, tüm sorunları ve açmazları bir çoğunluk ve azınlık ortaya çıkaran oylama aracılığıyla çözen seçim sistemlerine dayalı olsaydı dünya çok daha iyi bir durumda olurdu. Buna göre azınlık çoğunluğa boyun eğmelidir, ama eğer şikayetleri çoksa bunları özgürce ifade edebilir. Bu gerçekleştikten sonra dünya barış içinde yaşayacaktır. Söz konusu felsefenin arkasında duran aksiyom ve düşünce şudur; insan ilk olarak aklıselim bir varlıktır. İkincisi, kendisinin ve başkalarının çıkarlarını bilebilir ve her ikisini de doğru bir biçimde dengeleyebilir. Üçüncüsü, genel konularda tartışabilir ve argümanlar sunabilir. Böylece maksimum ölçüde kamu yararına olanı ifade eden orta bir çözüme ulaşabilir. Dördüncüsü, tüm bunlar genel atmosferde mutlak değildir, aksine, adaleti dağıtan ve iç barışı dayatan anayasa, yasalar ve mahkeme kararlarıyla sınırlandırılmıştır. Bu, siyasi ideolojilerde yaygın olan, kendi içinde tüm tarihsel çelişkilerin çözümünün bilgisine sahip olduğunu, dahası gerek bu dünyada gerekse öbür dünyada daimi saadetin yolunu bildiğini varsayan bir misyoner cenneti halidir.
Buradaki ikilem, diğer yani otoriter tarafın, buna tekabül eden bir mutluluk cenneti sunabilecek kapsamlı ve önleyici bir ideolojiye sahip olmadıkça, taksimin eksik kalması ve tamamlanmamasıdır. Karşı taraftaki 100 otoriter ülkeye bakıldığında kendileri hakkında yapılacak siyasi tanımlama şudur; insanların birbirinden farklı olması gibi farklı siyasi sistemlere sahiptir. Her birinin tarihsel karaktere sahip birçok unsura, faktöre ve değişkene bağlı olarak şu veya bu yönde olgunluk süreleri vardır. Konferansın gündeminde ne 100 demokratik ülkeden çoğunun muzdarip olduğu ırkçılığa ne de bir ülkede ezici çoğunluk başka bir ülkenin işgalini ve başka bir halkın köleleştirilmesini onaylarsa ne olacağı hakkında hiçbir şey bulamadıklarında pek çok kişi çok şaşıracaktır. Amerikalıların neredeyse oybirliğiyle sahip olmadığı nükleer silahtan kurtarmak için Irak’a savaş açması, Irak’ta tüm bu zaman boyunca devletin bekasına üstün gelen, hilafet devletinde her türden korkunç terör biçimlerine kapı aralayan özel bir kota sistemi dayatması gerçeğini hiç kimsenin tartışmadığı görüldüğünde bu şaşkınlık artacaktır. Aynı şekilde Afganistan işgali konusunda da bir oy birliği vardı ve 20 yıl sonra Afganistan’dan çekilme konusunda da bir oybirliği var. Kadın ve azınlık haklarını pek bilmeyen, çağ ile sürekli çatışma halinde olan bir örgüte teslim edilen bir devletin halkının fikri alınmadan varılan bir fikir birliği bir başka fikir birliğine galip geldiğinde nasıl bir durum ortaya çıkabilir ki?
Gerçek şu ki, hukuk dışında hiçbir referans yoktur ve denizler ile nehirler için kanunları, bir Uluslararası Ceza Mahkemesi ile Uluslararası Adalet Divanı bulunan BM mevzuatını kabul etmeden uluslararası hukuk olamaz. Demokratik kampın lider ülkesinin yanı sıra diğer tarafları, bunların hiçbirini tanımıyor, imzalamayı reddediyor ve kendi topraklarında uygulanmasına izin vermiyorsa, uluslararası adalet ne halde olur? Bu, başka bir taksimi ortaya çıkarıyor; BM'nin ve uluslararası hukukun önemli bir ilkesini, yani devletlerin içişlerine karışmayı reddetmeyi baştan reddedenler ile reddetmeyenler. Bununla kastedilen, 1648 Vestfalya Antlaşması'nda bu ilkenin yani ülkelerin iç işlerine karışmamanın kabul edilmesinden bu yana, devletlerin iç işlerinin sadece onlara ait olmaktan çıktığıdır. Aksine iç sorunlarının çözümü zorlaştı ve yanlış hesap yapabilecek, kendine has amaçları ve çıkarları olabilecek dış tarafların müdahil olmasıyla karmaşık olan daha da karmaşık hale geldi. Kompleks olan daha da kompleksleşti, çekişmeler, savaşlar ve çatışmalar baş gösterdi. Daha da gerçek olan şu ki, 100 ülkeyi ve siyasi varlığı otoriter olarak tanımlamak çok fazla haksız suçlama içeriyor. Nedeni de yalnızca herkesin kendi sorunları ve imkanları hakkında daha bilgili olması değil, aynı zamanda çağdaş siyasi sistemler yönetiminin artık Nazizm veya komünizm türü deneyimlere izin vermemesi, istisnasız tüm ülkeleri kendi gerçeklerini ve tarihlerini değiştirme ve başarma yetenekleri, ülkeler arasında daha üst sıralarda yer alma çabalarıyla ele almasıdır. Böyle bir şey, sürekli bölünme, sonsuz kaos ve bitmeyen savaşlarla elde edilemez. Bunların hepsi de, belirli müdahalelerin ortasında şiddete ve bölünmeye meyilli demokratik yollarla gerçekleşmektedir. Bunun belirleyicisi, yeni uluslararası bölünmeler değil, her bir ülkenin kendi kaderini tayin hakkıdır.
TT
Dünyayı yeniden taksim etmek
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة