Yeni yılın başlangıcında, küresel siyaset sahnesini karakterize etmeye başlayan ve etkilerini Arap toplumlarımızın krizlerinin seyrine ve çözüm anahtarlarına empoze eden üç özellik üzerinde durmakta fayda var.
Bunlardan ilki, bileşenleri Soğuk Savaş iklimine dayanan uluslararası çatışmanın farklı bir aşamasının hatlarının netleşmesidir. Bunlar, ABD'nin eşsizliğinin azalması, Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra dünyaya egemen olan, tek kutup olarak konumunu koruma becerisinin gerilemesi şeklinde somutlaşıyor. En göze çarpan durakları ise Rusya'nın siyasi ağırlığının ve askeri prestijinin bir kısmını (Suriye, Ukrayna ve Kazakistan) geri kazanma başarısı, Çin'in ekonomik ilerlemesinin hızlanması, İran, Türkiye ve İsrail gibi ülkelerin artan bölgesel rollerine karşılık ABD’nin Afganistan'dan telaşlı bir biçimde geri çekilmesidir.
Yukarıdakiler, bugün yaşananların Soğuk Savaş'ın tüm eski bileşenleriyle örtüştüğü anlamına gelmiyor. Eski bileşenlerle şunları kastediyoruz; çılgın silahlanma yarışı, nükleer tehditler, kuşatma yöntemleri, ekonomik yaptırımlar, medyatik ve siyasi savaşların körüklenmesi. Her iki taraf, yani ABD ve Sovyetler Birliği, iki askeri ittifakları, NATO ve Varşova Paktı aracılığıyla diğerini kışkırtmaya, çekişmeleri ve vekalet savaşlarını besleyerek güçsüz düşürmeye, kamplaşmaları ve keskin ittifakları kökleştirmeye çalışmışlardı. Yukarıda bahsettiklerimiz, kontrol için birbirleri ile yarışan, insanlığın kaderini hiçe sayan, kamuoyu ve uluslararası kuruluşlardan korkmayan, ötekiyle ilişkilerinde, onunla hegemonya ve nüfuz çekişmesinde baskın gelme ve yenme mantığına başvuran büyük ülkeler klişesine kötü bir dönüş anlamına geliyor.
Geçmişte, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra dünya siyasi ve ekonomik çatışmalarını barışçıl bir şekilde yönetme fırsatı buldu. Gelgelim bu fırsat, en önemli büyük gücün savaşları ve yalın, doğrudan güç kullanımını haklı çıkarmaya veya özel ve bencil çıkarlarını dayatmak için bunları bir tehdit olarak kullanmaya dönmesiyle uzun sürmedi. Yine geçmişte, demokrasiyi ve insan haklarını destekleyen özgür kapitalist bir dünya ile sosyalizmi ve sosyal adaleti uygulama bahanesiyle insanlara hayatlarını zorlaştıran standart bir yaşam dayatan otoriter bir merkezi devlet sistemi arasında şiddetli bir mücadelenin yaşandığını biliyoruz. Bugün bu sahne tamamen ortadan kalktı. Aksine, önümüzdeki yıllarda demokrasi ve insan hakları değerlerine yönelik küresel ilginin azalmasına tanık olunması muhtemel. Bir dönem için değişimi ve geniş siyasi reformları teşvik ediyor gibi görünen liberal devletlerin, bunun yerine doğrudan çıkarlara, istikrara ve güvenlik çözümlerine öncelik veren eski tarz söylemlerine dönmesi olası görülüyor. Bunun nedeni belki de bu değerleri ihraç etme konusunda daha az kudretli ve inanılır ya da belki de bu değerlerin artık kendi çıkarlarını savunma ve diğerlerine üstün gelme konusunda işlerine yaramaz hale gelmeleridir. Bunun anlamı, demokrasi ve insan hakları alanında daha fazla gerileme ve bozulmanın genel olarak küresel sahneye damgasını vuracağıdır. Beyaz Saray'a yeni bir başkanın gelişi, rakipleri karşısında bazı insan hakları kavramlarını gündeme getirmesi veya son olarak Demokrasi Zirvesi düzenlemek gibi girişimlerde bulunması bu gerçeği değiştirmiyor. Aksine çoğu Batı ülkesinde popülizmin, ırkçılığın ve şoven sağın büyümesi bu söz konusu gerçeği perçinliyor.
İkincisi, korona salgını olmadan ister Çin, İran, Rusya ve diğerleri gibi totaliter isterse ABD, İngiltere ve Avrupa ülkeleri gibi demokratik rejimler olsun farklı ülkeler ve rejimler arasındaki başta dışlayıcı zihniyet ve bireysel kurtuluş eğilimi olmak üzere birçok benzerliği ifşa etmek zor olurdu. Bu zihniyet nedeniyle tümü değişen derecelerde de olsa dar ve bencil hesaplara öncelik verdiler. Gerektiği gibi iş birliği ve yardımlaşmanın, insanların kendilerinin ve toplumlarının hayatları ile sağlıklarını korumaya yönelik kolektif farkındalıklarının gücüne ve önemine güvenmediler. Bazı rejimler, çektiklerinin ağırlığı altında inleyen toplumlara aldırış etmeden, yalnızca gösteriş yapmak ve bu salgınla mücadelede benzersizliklerini göstermekle ilgileniyor gibiydiler. Bazıları vaka ve ölü sayılarına ilişkin gerçek verileri gizleme konusundaki benzersiz yeteneklerini kullanarak otoriter merkezi devleti bu salgınla mücadelede en etkili seçenek olarak tanıtan kötü niyetli bir kampanya yürüttüler. Otoriter ve popülist hükümetlerin çoğunluğu ise hukukun ve kurumlarının hükmünden kurtulmak, baskıcı yönetimlerini sıkılaştırmak ve zaten dar olan demokrasi sınırlarını kuşatmak için salgından kaynaklanan korkulardan yararlandılar.
Küresel sahnenin salgının vurduğu ülkeler arasında can kayıplarındaki eşitsizliğin boyutunu, hükümetlerin salgının artan etkisiyle mücadeledeki performanslarını açığa çıkardığı doğru. Aynı zamanda bu zorlukla mücadelede bağ ve yapılarındaki, iş birliği ve dayanışma unsurlarındaki, sağlık koşullarındaki sınıf farklılığını ve ciddi eşitsizlikleri telafi etmekteki büyük kusurlarını da ortaya çıkardı. Bunlar, salgının yoksul bölgelerde hızla etkili olmasının yanı sıra halkın geneli için ücretsiz veya uygun ücrette tıbbi ve sağlık hizmetlerinin gerilemiş olduğu toplumlarda salgından kaynaklanan zararların ciddiyetini açıklıyor. Ama en önemlisi salgın, Güvenlik Konseyi ve Genel Kurul gibi mevcut yapısıyla uluslararası kuruluşların görevlerini yerine getirme konusundaki acizliğinin boyutunu ortaya çıkardı. Uluslararası barış ve güvenliği, sivilleri ve insan haklarını koruma görevlerini yerine getirememe konusundaki kronik yetersizliklerinin yanı sıra salgın hastalıklar ve pandemilerle mücadele, insan hayatını kurtarmak gibi en basit rollerini dahi yerine getirmekten aciz olduklarını gösterdi. Bu durum korona salgını örneğindeki gibi kolektif performansta kaos, ahlaki caydırıcıların çöküşü, halk sağlığı ve bunlara bağlılığın önceliği ile ilgili uluslararası anlaşmalara ve tüzüklere ilginin zayıflaması şeklinde yansıma buldu.
Üçüncüsü, yüz yıl önce muzaffer ülkeler olan Fransa ve İngiltere, Arap bedenini ya da Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasını paylaşmışlardı. Bugün Arap dünyasında ne yazık ki benzer bir manzara ile karşı karşıyayız. Haklarımızı ihlal etmeleri, ülkelerimizi paylaşmaları, zenginliklerini, tarihlerini, bugünlerini ve geleceklerini çalmaları için çeşitli yabancı güçlerin ve tarafların önünde kapılar açılıyor. Süper güçlerin yanı sıra İran, Türkiye ve İsrail gibi bölge ülkeleri de buna dahiller. Bu yolda çocuklarının iradesine boyun eğdirmeyi, toplumlarının yarını ve geleceğini düşünmemeyi adet edinen, ciddi ve değerli gelişme ve kalkınma fırsatlarını doğmadan öldürmekten çekinmeyen ve utanmayan, bilakis, güçlerini ve yozlaşmışlıklarını sürdürmek için dünyanın tüm kötü güçlerini ülkelerine çeken rejimlerden istifade ettiler. Bu güçler de ülkelerimizde yolsuzluğu, baskıyı ve çürümüşlüğü yaydılar.
İran'ın mezhepsel bölünme yoluyla nüfuzunu güçlendirme, toplumlarımızı Sünniler ve Şiiler arasındaki eski ve nefret dolu mezhep çatışmaları tarihine tutsak etmeye çalışma rolüne bu çerçeveden bakılabilir. Filistinlileri ezmeye ve topraklarını kemirmeye devam eden İsrail yerleşim ve baskı politikalarına dair utanç verici haberler de bu perspektiften okunabilir. Kota ve etki alanlarının paylaşımı, Arap halklarının kanını dökme ve fedakarlıklarını heba etme bu bağlamda görülebilir. Giderek otoriteleşen, zorbalaşan ve yozlaşan rejimleri güçlendirmek için çeşitli müdahale, şiddet ve baskı biçimlerini geçirme, halkların özgürlük ve ilerlemeye yönelik özlemlerini olgunlaşmadan yok etme konusundaki uluslararası suç ortaklığı sayılabilecek olguya bu pencereden bakılabilir.
TT
Küresel siyaset sahnesinin özellikleri hakkında
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة