Sam Mensa
TT

Körfez girişimi ve Lübnanlıların ölümcül yanılsamaları

Görünen o ki, Körfez Arap ülkeleriyle ilişkilerini düzeltmek için Lübnan'a sunulan son girişim, Lübnan'ın kendisine verdiği resmi yanıtın ardından çöktü. Lübnan’ın yanıtı sorununun özüyle yüzleştirildiğinde adeti olduğu üzere, aynı kalıplaşmış dilde geldi. Bu kalıplaşmış dil kimi zaman İsrail'in saldırganlığına karşı direniş sloganının, kimi zaman da, son olarak Körfez girişimine verilen yanıtta olduğu gibi, yararsız sivil barışın tehdit altında olduğu söyleminin arkasına saklanır. İroniktir ki, Hizbullah'ın hedef alınması halinde hemen sivil barış için korkmak, Lübnanlı yetkililerin Körfez girişiminde belirtilen, Lübnan’ın sorununun kökeninin Hizbullah olduğu görüşünün geçerliliğini kabul etmeleri anlamına geliyor. Zira böylelikle Hizbullah’ın çıkarları tehdit edildiğinde silahını kullanacağını ve ülkeyi bir iç savaşa sürükleyeceğini dolaylı olarak kabul etmiş oluyorlar.
Körfez'in iktidar ve muhalefet olsun Lübnanlı tarafların, ülkenin içinde bulunduğu boğucu krizden çıkmak için açık bir pencere bırakıp bırakmadıklarını yoklayan girişimi belki de son olacak. Bundan sonra Lübnanlılar kaderleriyle yüzleşmek üzere yalnız bırakılacak ve Araplar Lübnan meselesinden ellerini tamamen çekecekler. Lübnan makamları, bu fırsatı değerlendirmek, sahiplerini bu temel üzerinde yükselmeye ve girişimi uygulayacak mekanizmaları devreye sokmaya yönlendirmek yerine – ki bazıları için bu girişimin eksik yanı buydu-  kapıyı yüzüne kapattı ve anahtarı da attı.
Bugün önemli olan, Körfez girişimden ve ufukta herhangi bir değişiklik beklenmediğini, Lübnan'ın geleceğinin işgal ile hegemonya arasında kaldığını gösteren Lübnan’ın yanıtından sonra ne olacağıdır. İki kelime arasındaki fark, pratik içeriklerinden ziyade siyasi yorumlarındadır. İşgal kelimesinin yabancı bir ülkenin askeri varlığını gerektirdiği doğru. Ne var ki, ordu düzeyinde silahlanmış ve eğitilmiş, iktidarı elinde tutan, doktrininin, silahının, parasının, siyasi ve lojistik desteğinin yabancı bir ülkeden olduğunu açıkça ve tereddütsüzce dillendiren yerel bir milis gücünün mevcudiyeti de bir işgal sayılır. En tehlikeli ve etkili olanı ise, Şii toplumunun çehresini değiştirerek tüm Lübnan dokusunun kırılmasına yol açan kültürel istiladır. Dikkat çekicidir ki Lübnan'daki siyasi tarafların çoğunluğu sanki hiç olmamış, ülke olası bir kurtuluş fırsatını kaçırmamış gibi girişimin üzerinden atlayıp geçtiler. Politika olağan seyrine döndü ve politikacılar, hayali bir sivil barışı sürdürme başarısını alkışladılar. Lübnan'ın çehresini değiştirme ve onu halkının çoğunun istemediği bir yöne götürme planının son halkası olacak seçimlere hazırlanmaya yönelerek yanılsamalarına iyice daldılar.
Bir sivil barış içinde olduğumuz doğru mu? 1990'dan bu yana meydana gelen olayların ana başlıkları, iç savaşın görünüşte durduğunu, ancak alttan alta ve çeşitli şekillerde devam ettiğini gösteriyor.
Sözde sivil barış yapısının inşası, paradoksal bir şekilde, Taif Anlaşmasından sonra 1989'da seçilen cumhurbaşkanı Rene Muavvad'ın suikasta uğramasıyla başladı. Savaş ağalarının iktidarı ele geçirmesiyle, askeri üniformalarını çıkarıp siyasi çalışmadaki faaliyetleri ile fiyatı artan sivil üniformalarını giymeleriyle ilk katı inşa edilmiş oldu. Buna paralel olarak, yapının ikinci katı, Suriye'nin Lübnan üzerindeki etkisini yeniden dayatması ve tüm reform girişimlerini engellemesi, Başbakan Refik Hariri gibi büyük bir siyasi ve mali isimden yararlanması ile yükseldi. Suriye Hariri’yi politik ve finansal açıdan tüketene kadar kendi çıkarları için kullandı. Bundan kurtulmaya çalıştığında ise sarsıntıları bugüne kadar devam eden bir Lübnan ve Arap depreminde yerel eller tarafından öldürüldü. Suriye, Lübnanlıların 14 Mart devriminin ağırlığı altında Lübnan'dan çekilmesinin ardından üçüncü katın inşası görevini müttefiki Hizbullah'a devretti. 2005 ve 2021 yılları arasında ülke, muhalif politikacıları, aydınları ve güvenlik güçlerinin üst düzey isimlerini hedef alan bir dizi suikasta tanık oldu. Arada, 2006'da İsrail ile yıkıcı bir savaşa girişildi. Savaşın ardından Hizbullah işgalciye karşı “askeri direniş” kıyafetlerini çıkardı ve “siyasi direniş” mücadelesine girdi. Beyrut çarşılarında oturma eylemleri, parlamentonun 18 ay süreyle askıya alınması, 2008'de Beyrut ve Cebel-i Lübnan’ın “silahı savunmak için silah kullanma” bahanesiyle işgal edilmesi hadiseleri yaşandı.
Dördüncü katın inşası, Hizbullah’ın “halk meşruiyeti” bahanesiyle rakiplerinin lehine olan 2009 seçimlerinin sonuçlarına karşı darbesi ile başladı. Baabda Antlaşması, Hizbullah’ın Suriye ardından Yemen savaşına müdahil olması, uyuşturucu ticaretine, kaçakçılığa ve paralel ekonomiye dalması, hükümetlerin kuruluşunu sabote etmesi, iradesine boyun eğilip müttefiki Mişel Avn seçilene kadar iki yıldan fazla bir süre cumhurbaşkanlığı seçimlerini engellemesiyle dördüncü katın inşası tamamlandı. Mişel Avn döneminin başbakanlık makamı ve Sünnilere karşı yeni uygulamalarını iyi biliyoruz. Bu uygulamalarının sonuçlarından birinin, bizzat Avn’ın söylediği gibi Başbakan Saad Hariri'ye geri dönüşü olmayan bir bilet kesme arzusunun gerçekleşmesi olduğunu biliyoruz. Onun döneminde yaşanan kurumsal, mali, ekonomik ve sosyal çöküşten, yargının aldığı darbelerden bahsetmiyoruz bile. Bu, Hizbullah’ın Körfez ülkelerine karşı yürüttüğü karanlık bir kampanya ile desteklediği anayasal kurumlar üzerindeki tam denetim çemberini genişletmeye başlattığı bir dönemdi! Lübnan’ın bütün Arap kardeşleri bu olayları hatırlıyor, dolayısıyla sivil barışı koruma yalanına kanmayacaklardır.
İkinci ve daha tehlikeli olan yanılsama, Hizbullah ile iktidara muhalif olan siyasi tarafların, önümüzdeki Mayıs ayında yapılması planlanan yasama seçimlerine katılmak için çabalamalarıdır. Şaşırtıcı olan ise, çoğunun Lübnan'ın İran işgali altında olduğunu açıkça dillendirmeleridir. Bu çelişki gözlemciyi şu bariz soruyu sormaya itiyor; işgal altında ve seçimlerin işgalcinin yerel kolunun çıkarına sonuçlanmasını temin edecek bir siyaset - güvenlik ve yasama ortamı çerçevesinde seçimlere katılma konusunda nasıl böyle coşkulu olabiliyorsunuz? Sözde "egemenci" güçler, son iki seçim döneminden ders çıkarmadılar mı? Çoğunluğa sahip olmalarına rağmen, tek elde ettikleri parlamento koltuklarında ayakları ve elleri bağlı oturmak, yabancı bağlantılı yerel bir güç, silah zoruyla karar alma mekanizmasını gasp ettiği için ülkeyi yönetememek olmadı mı? İşin garibi, iç güç dengesinin keskin bir şekilde Hizbullah lehine eğildiğinin, dış sponsoruna yönelik yaklaşan yaptırımları kaldırma kararıyla, Lübnan'daki güç kontrolünü güçlendireceğinin tamamen farkında olan Avrupa ülkeleri ve ABD'nin, bu seçimlerin düzenlenmesi için acele etmesidir. Bu iki pozisyon iki kanaati ortaya çıkarıyor:
Birincisi, tüm tarafları ve renkleriyle Lübnan muhalefeti mevcut işgal statükosunu kabul ediyor. Çıtası, bir dizi meclis sandalyesi kazanmak, Hizbullah ve ekseninin şemsiyesi altında elde edebileceği konumlar, paylar ve dar çıkarlarla, dar yerel ölçekte siyaset yapmakla yetinmekten ibaret hale geldi.
İkinci kanaat, başta Lübnan, Suriye, Afganistan ve Irak olmak üzere çeşitli deneyimlerden doğuyor. ABD'nin başını çektiği Batılı ülkeler, kim olursa olsun bölgedeki en güçlü tarafla ilişki kurar ve kirleri halının altına süpürür. Diplomatik dille anlatırsak, kriz yönetiminin amacı krizi çözmeye çalışmaktan ziyade geciktirmektir. Bu ülkeler, devlet dışı aşırılık yanlısı gruplar oyununu oynuyorlar. Bunun için uygun prosedürlerle önünü açtıktan sonra devlet dışı grupların sistem içindeki varlıklarını meşrulaştırmak ve dayatmak için demokratik prosedürleri kullanıyorlar. Lübnan'da olacak olan da bu; Hizbullah kazanacak ve dünya bunun Lübnanlıların çoğunluğunun özgür seçimi, iradelerinin açık ifadesi ve krizin çözümünün girişi olduğunu söyleyecek. Böylelikle silah sahibi ve ondan güç olan taraf, şiddet ve güç kullanmadan anayasal çerçevede amacına ulaşacak.
Küresel sorunlar, statükonun kısa ve orta vadede patlak vermesini engelleyen bu eğilim yönünde baskı yapıyor. Bölgedeki çatışmaların alevlenmesine mani oluyor, çünkü hiçbir uluslararası taraf devam eden çatışmalara yeni komplikasyonlar eklemek istemiyor. ABD yönetimi ve Avrupa çevreleri, Ukrayna krizi nedeniyle Rusya ile gerginlik içinde. Nükleer anlaşmayı canlandırmak için yürütülen Viyana müzakerelerinde ABD'nin tutumundaki yeni yumuşamanın arkasındaki neden de bu olabilir. Bu müzakerelerin başarısı, İsrail'in Tahran'a karşı herhangi bir askeri harekatını engelleyecektir. Bu olasılık, İsrailli yetkililerden sızdırılmış, Washington İran'a karşı herhangi bir askeri harekata katılmadığı sürece Tel Aviv'in şu anda nükleer anlaşmaya geri dönülmesini tercih ettiğine dair bilgilerle kesişiyor. Tüm bunlar, eğer doğruysa, bölgedeki kartların karıştırılması üzerine yapılan bahisler bozulacak, Lübnanlılar ölümcül yanılsamalarına boğulmuşken Lübnan daha önce Suriye hegemonyasına bırakıldığı gibi İran hegemonyasına bırakılacak demektir.