Zuheyr el-Harisi
TT

İslamofobi ve bir arada yaşama: Düşünce, inanç ve kültür bakımından ‘ötekine’ saygı duymak

15 Mart’ın ‘İslamofobi ile Mücadele Günü’ olarak ilan edilmesini öngören bir kararın, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’na üye olan 193 ülkenin oybirliği ile kabul edilmesi dikkati hak eden önemli bir adım.
Böyle bir kararın BM tarafından alınması önemliydi, çünkü bence kışkırtma, nefret ve çeşitli din ve kültür mensuplarının arasındaki çatışmanın nedenlerini anlamaya yönelik bir girişimi ele alan derinlemesine bir çalışma gerektirse de içinde birçok olumlu mesaj taşıyor.
İğrenç aşırılık daha önce bölgemizde çirkin yüzünü gösterdi, diğer dinlere mensup olanlara saldırdı ve masum insanları öldürdü. Aynı zamanda Batı'da İslamofobi kavramını yerleştirmeye ve yaymaya çalışan İslam karşıtı propaganda kampanyalarına da tanık olduk. Batı ülkelerinde olduğu gibi İslam ülkelerinde de aynı çirkinlikte suçların işlendiğine tanık olduk. Çünkü terörün milliyeti ve dini yoktur. Kışkırtıcı insanlar olduğu sürece terör her yerde hedefini bulmaya devam eder. Nefret beslenir ve radikalizm bir mukavemet görmeden yayılır. Terör, kışkırtma ve nefret yöntemleri gerek Müslüman gerekse gayrimüslim olsun her kesim tarafından reddedilmektedir. Bu yüzden zehrini hiçbir platforma akıtmasına izin verilemez.
Amaç, dünyayı etnik, dini ve kültürel çatışmalara karşı savunmasız bırakmaktır.
Dün açıklanan BM kararında, “insan haklarına ve dinlerin ve inançların çeşitliliğine saygıya dayalı her düzeyde hoşgörü ve barış kültürünü güçlendirmeye yönelik küresel bir diyaloğu teşvik etmek için uluslararası çabaların artırılması” çağrısında bulunuldu. Kararın devamında “kişilere din veya inançlarından ötürü uygulanan tüm şiddet eylemleri ve ibadet yerlerini hedef alan eylemler ile dini yerlere ve kutsal mekanlara yönelik uluslararası hukuku ihlal eden tüm saldırılardan dolayı derin bir üzüntü duyulduğu” ifade edildi. Karar, tüm üye devletlere, BM’nin ilgili kuruluşlarına, uluslararası ve bölgesel kuruluşlara, sivil topluma, özel sektöre ve dini kurumlara “İslamofobi ile mücadelede her düzeyde etkili bir şekilde farkındalığı artırmayı amaçlayan çeşitli önemli etkinlikler düzenlemeleri ve bunları desteklemeleri” çağrısında bulundu.
Kadim örgütün sorumluluk hissetmesi yakışık alıyor. Çünkü dünyadaki ılımlılık yanlılarının çeşitli din mensupları ve medeniyetler arasında yakınlaşma ve uzlaşmaya yöneldiği bir döneme tanık olsak da bir arada yaşama ilkesini reddeden, insanlığa karşı nefretlerini kusmaya devam eden ve ifade özgürlüğüne dayanarak nüfuz, dini zulüm, tutuculuk, kin, nefret ve kışkırtma selini devam ettiren aşırılık yanlısı unsurlar beklenmedik yerlerden önümüze çıkıp duruyorlar.
Anayasalar, uluslararası anlaşmalar ve sözleşmeler ile güvence altına alınmasından anlaşılacağı üzere, ifade özgürlüğünün hakların tam ortasında yer aldığını biliyoruz. Ancak ifade özgürlüğü -özellikle de Batı'daki-, size nefret söylemini yayma hakkı verdiği veya herhangi bir dine veya dini simgeye hakaret etmenize izin verdiği anlamına gelmez. Çünkü hükümetleri ve halkları çatışma ve kavga tuzağına düşürmek, anayasa metinleriyle çelişmektedir.
Şu herkesçe bilinen bir gerçek ki, aşırı sağ kanat, İslam ile Batı arasındaki ilişkide bir çatlak oluşturmak için herhangi bir olaydan yararlanarak ve hatta bu ülkelerde yaşayan ve o ülkenin vatandaşlığına sahip olan Müslüman toplumu hedef alarak baş kışkırtıcı olmaya devam ediyor. Bu, dayanağı ve harekete geçilmesini sağlayan entelektüel bir zemini olan fiziksel bir davranıştır. Batı medyasındaki nefret, İslamofobi hikayesi ve düşmanca söylemler, bu problemli zihniyetleri terör eylemlerine ve şiddet içerikli davranışlara iten araç ve sebepler olabilir.
Arap ve Müslüman dünyasında olduğu kadar Batı'da da aşırılık yanlıları var. Hepsi karşı tarafı kışkırtarak ve hatta yıllar önce Yeni Zelanda'da deli ve ahmak bir suçlunun yaptığı gibi iğrenç suçlar işleyerek ateşe benzin döküyor. Bu, İslam'ı temsil ettiklerini iddia eden DEAŞ ve El-Kaide'nin yaptığı davranışın aynısı. Dolayısıyla bu iki örgütün ve diğerlerinin işlediği suçlar, onları kendi lehine kullanmaktan çekinmeyen aşırı sağ kanada altın tepside hediyeler sunuyor.
Dinler arasındaki ilişki ve dini gerilim meselesi çağımızda ilgi ile takip ediliyor. Özellikle İslam ve Hristiyanlığa, dünyadaki en etkili ve en yaygın dinler olarak ayrı bir ihtimam gösteriliyor. Bu kararın BM tarafından kabul edilmesi doğru yönde atılmış bir adım olabilir ve iyi sonuçlar doğurabilir. Ancak etkisi sınırlı olacaktır. Bu yüzden dünyadaki aklı başında insanlar, kışkırtıcı ve ırkçı aşırılık yanlısı söylemlerin olduğuna dair tekrar tekrar uyarıda bulunuyorlar. Derin ayrılıkları kapatmaya yardımcı olacak şekilde, dinleri küçümsemeye yönelik ırkçılığı suç sayan kanunların çıkarılması ve yasal düzenlemelerin yapılmasını talep ediyorlar.
Nefret söylemi, dini tutuculuk ve kışkırtma, gezegenimizi tehdit eden ve insani iletişimin sarsılmasına sebep olan ve Samuel Huntington'ın 'Medeniyetler Çatışması' ve Francis Fukuyama'nın 'Tarihin Sonu' tezi gibi liberal değerlerin çatışması ve zaferi hakkında yaklaşık 30 yıl önce öne sürülenleri pekiştirmek amacıyla İslam ile Batı arasındaki çatışma ve anlaşmazlığı körükleyen tehlikeli hastalıklardır. Bu yüzden tek çözüm yolu, dini tutuculukla hoşgörüyle mücadele etmek, çoğulculuğu ve çeşitliliği güçlendirmek ve bizi ayıran farklılıklar yerine, bizi birleştiren ortak noktalara odaklanmaktır.
Müslüman veya gayrimüslim olsun farketmez, herhangi bir tarafın kışkırtmasıyla masum insanların hedef gösterilmesi kabul edilemez bir suçtur ve hiç şüphesiz rahatsız edici bir medeniyet çatışmasını ortaya çıkarmaktadır. Her iki taraftaki aşırılık yanlıları az olsa da İslam ve Batı toplumlarındaki düşünürlerin, aydın din adamlarının ve entelektüellerin rolü aşırılık ve ırkçılıkla mücadele etmek, aydınlanma kültürünü yaymaktır. Bir arada yaşamayı, hoşgörüyü ve ‘ötekini’ kabulün pekiştirilmesi ve “ayrımcılık, düşmanlık veya şiddete teşvik eden her türlü milli, ırksal veya dini nefret savunuculuğunun” suç sayılmasıdır.