Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

İttiba ve bidat ikilisi

Modernleşme yolunun, aklın ve bilimin değerine inanan kesimin genişlemesine yol açacağını, böylece genel kültür ve kolektif davranıştaki rasyonel eğilimi güçlendireceğini düşünüyorum. Ancak yine de aklın veya modern bilimin prensipleriyle çatışmanın yaşandığı her hususta dini ve kültürel mirasa bel bağlayan önemli bir kesim de olacaktır.
Eski zamanlarda bazı alimler, ahbârilik (haberciler) ile usûlîlik (usulcüler) arasındaki tartışmayı nitelendirmek üzere “ittiba ve bidat” ikiliğini icat ettiler. Görünen o ki bu nitelendirmeden asıl amaç, din meselelerinde aklın rehberliğini kabul edenleri karalamaktı. Günümüzde aklın rolüne dair şüphe duyanların çoğu, bu ikili arasından ilkini tercih ederek kendilerini konumlandırırlar. Burada “ittiba” ile kastedilen, eski alimlerin görüşlerine ve onların özel dini metin yorumlarına bağlılıktır; “bidat” ise toplumun aşina olduğu hususlar ve eğilimleri ile uyumlu olmayabilecek yeni yorumları benimseyip eski fikirleri terk etmeye işaret etmektedir. 
Bidatin başlı başına şeri ilkelere muhalefet anlamına gelmediği bilinmektedir. Eğer nitelemenin sahipleriyle tartışırsanız, size kelimenin dilsel kökeni hakkında bilgi verirler. Nitekim iyi ya da kötü her yeni şey için aslında bu ifade kullanılmaktadır. Ancak süreç içerisinde yoldan ayrılan kimseleri nitelemek üzere sık sık kullanılmasıyla bu ifadenin üzerine olumsuz ve kalın bir gölge düşürüldü. Öyle ki ehl-i haber yalnızca kınamak ve inkar etmek için bu ifadeyi kullanıyorlar.
Kitap, sünnet ve tarihi tecrübeye bakıldığında, akli delilleri benimsemenin, onu kitap ve sünnete paralel şer’i bir asıl olarak kabul etmenin tercih edilir olduğuna dair pek çok delil vardır. Ancak burada tartışmanın tarafları -akıl savunucuları ve karşıtları- arasındaki anlaşmazlığın çözüleceği konusunda iyimser değilim. Bunun nedenini hepimiz biliyoruz. Basitçe söylemek gerekirse, bir çıkış yolu olarak sorumsuzluğu vurgulamak bunun en temel nedenidir.
Bunu şu şekilde açıklayabiliriz: Ehl-i haber, nassın masum (korunmuş, yanılmaz) olduğunu ya da böyle bir kaynaktan geldiğini söyler. Aklın ve bilimin sonuçlarına gelince, bunlar yanılmaz değildir; aksine insanda bulunan içgüdüler, arzular ve duygusal eğilimlerin etkilerinden ötürü eksik ve hatalı olmaya daha yakındır. Nassı ve ona bağlı olanları takip etmek, dolaylı olarak da olsa sizi yanılmaz olanın takipçisi yapar. Bu nedenle, hata sizin için olası değildir. Dolayısıyla kıyamet günü rabbinin huzuruna çıktığında yanılmaz olanın sözüne uymuş olduğunu söylemen yeterlidir. Fakat akla uyar ve genel olarak aklın rehberliğinde hareket ederseniz, tercihlerinizin doğruluğunu her yerde ve her noktada kanıtlamanız gerekir. Çünkü insan seçimlerinden ve iradi eylemlerinden sorumludur. Başka bir deyişle, birinci yol sizi sorumluluktan kurtarırken, ikincisi sizi sorumlu tutar. Nakle bağlılık akıl yürütme tartışmasının özü budur. Geriye kalan ise bu yolu benimseyen önceki alimlerden yapılan alıntılardır. Dolayısıyla onların sözleri, karşıt görüşlere yönelik getirilen deliller değil, kendi sözlerinin teyididir.
Bu yaklaşımın, dini, hiçbir insanın açmaya hakkı olmayan kapalı bir kutu olarak ve alimleri de Allah’ın evinin bekçileri olarak ele aldığı açıktır. Aklı bir prensip olarak benimseyenler ise dine, teorik vizyonu ile takipçilerin uygulamaları arasındaki etkileşim ve deneyim yoluyla yenilenen bir yaşam tarzı olarak bakar. Burada bu veya şu şekilde hatalar yapılabilir, fakat -genel olarak- zamanın getirdiği zorlukların üstesinden gelmesini sağlayarak dini hayatta tutarlar. Nakle bağlı olmanın savunucularının tarihe, o tarihin insanlarına ve sorunlarına bağlı olmalarının nedeni de budur. Bazıları, her ne kadar yeni bir çağda yaşıyor olsalar da öncekilerin bir devamı olduklarını vurgulamak için kendilerini gelenekçi olarak tanımlıyorlar. Buna karşılık aklı esas alanlar çağın bilim ve yöntemlerine bağlı olmakla birlikte bunun sorunları hakkında da konuşuyorlar.