İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Muhafazakarlar Liz Truss tecrübesinden ders aldı mı?

İngiltere Başbakanı Liz Truss, göreve başladıktan yalnızca 44 gün sonra istifa etti. İngiltere gibi eski demokrasilerde bu tür siyasi fiyaskolar alışıldık şeyler değildir.
On sekizinci yüzyıldan beri ülkede partili yaşam şu iki grup arasında kristalize oldu: Daha sonra Liberal ve Muhafazakar partilere dönüşen “Tories” ve “Whigs”. Yirminci yüzyılın başında ise, liberaller aleyhine hızla parti denkleminde ana kutup haline gelen İşçi Partisi üçüncü bir seçenek olarak ortaya çıktı. 1970’lerde ve 1980’lerin başında İşçi Partisi içinde James Callaghan, Michael Foot ve Tony Benn liderliğinde sol kanat ile Roy Jenkins, David Owen, Shirley Williams ve William Rodgers’in liderliğinde sağ kanat arasında şiddetli bir çatışma yaşandı. Bu dönem, Soğuk Savaş yıllarının belirleyici tarihsel aşamaları ile aynı zamana denk geldi. Solun kontrolü ele geçirmesi ve ardından partinin 1979 seçimlerini kaybetmesiyle dört sağcı lider partiden ayrılarak 1981’de “Sosyal Demokrat Parti” adında bir parti kurdular.
Bu yeni doğan parti, sağcı muhafazakarlar ve solcu işçiler arasındaki siyasi arenanın “ortasına” konumlandığından, Liberal Parti ile pek çok ortak yönü vardı. Birkaç seçim koalisyonundan ve anlaşmanın ardından her iki tarafın liderleri 1988’de iki partiyi Liberal Demokratlar adı altında tek bir partide birleştirmenin mantıklı olduğuna karar verdiler. Bu arada iki büyük parti içinde kanatlar arasında mücadeleler devam etti. Muhafazakarlar içinde, -11 yıllık iktidarları boyunca- Margaret Thatcher, aşırılık yanlısı genç nesli de arkasına alarak parti içinde ‘tek ulus’ ilkelerine dayanan geleneksel ılımlı eğilimi ortadan kaldırmak için çalıştı. Böylece Thatcher’ın aşırılıkçı akımı, ılımlıları, sol ve sendikalar karşısında “korkaklar” ve “zayıf iradeliler” anlamında “wets” diye isimlendirdi. Thatcher’ın muhafazakar ılımlılara karşı kampanyası bir dizi sebepten dolayı başarılı oldu. Bunların başında da şunlar yer almaktadır:
- İngilizlerin 1982’de Falkland Savaşı’nda zafer elde etmesi
- İşçi Partisi’nin birçok konudaki “intihar” niteliğindeki suçu
- Thatcher’ın teknoloji devrimi çağında geleneksel ve vasıflı sendikalar (enerji ve mühendislik gibi) arasındaki çıkar çatışmasında rol oynayan yasalar çıkarması
- Reagan liderliğindeki cumhuriyetçi sağın “şahinleri” karşısında Sovyet liderliğinin etkisinin azalması
- Thatcher’ın radikal gençlerden savunucularını artırması karşılığında, yaşlı ılımlı muhafazakar liderlerin kademeli olarak emekli olması
Bunlar ve diğer nedenlerle, muhafazakarlar iktidarlarını 1997 baharına kadar sürdürdüler. Fakat bu dönemde İşçi Partisi içerisindeki durum değişiyordu. Peşi sıra alınan yenilgiler, küresel ve yerel siyaset sahnesinin değişmesi vb. durumlar parti liderlerini ideolojik aşırılığı terk etmeye ve yeni gerçekliğe adapte olmaya ikna etti. Partide ideolojik aşırılığa karşı mücadeleyi cesurca yöneten en önde gelen liderler soldandı. Bunların başında da Neil Kinnock geliyordu. Bu görevi ondan sonra tamamlayan John Smith ve Tony Blair oldu.
Blair, ılımlılığın ve pragmatizmin meyvelerini topladı. 1997’de muhafazakarların egemenliğini sona erdiren ezici bir zafer kazandı. Parti -Blair ve müttefiki Gordon Brown’un yönetiminde- 2010’a kadar iktidarda kaldı. Ancak 1997 ile 2010 arasında muhafazakarlar arasında benzer bir değişim meydana geldi. Art arda gelen seçim yenilgilerinin ağırlığı altında, aşırı muhafazakar sağ geçici olarak ivme kaybetti. John Major’dan sonra üç parti liderinin düşüşünden ardından ılımlı bir genç olan David Cameron seçildi. Cameron, ılımlılığı sayesinde Liberal Demokratlarla bir koalisyon hükümeti kurdu. Ardından, Avrupa Birliği’nden ayrılık referandumunu kaybetmenin bedelini ödediği 2016 yılına dek iktidarda kaldı. Cameron’ı zaten ikna olduğu şeyi referanduma götürmeye iten Muhafazakar Parti içindeki aşırılık yanlısı kanattı.
Cameron’ın ayrılmasıyla birlikte “ılımlı” Theresa May liderliği geçici olarak devraldı. Aşırılık yanlıları Boris Johnson aracılığıyla seslerini yeniden yükseltene kadar böyle devam etti. Ancak Johnson’ın kişisel hataları ona pahalıya mal oldu. Partideki aktivistler seçimlerden önce partiye yük olduğunu görünce ondan kurtulmayı seçtiler, öyle de oldu ve Liz Truss geldi. Fakat partinin yeni lideri ve başbakan, ilk önce ülkenin karşı karşıya olduğu ekonomik ve yaşamsal zorlukların üstesinden gelmekte yetersiz olduğunu, ikinci olarak ise genç sağcıların harekete geçirmek için geri döndüğü parti içindeki konumunun kırılganlığını çabucak gösterdi. Nitekim kendisine üç yönden oklar yağdı:
- İngiltere içinde ve dışında kriz boyutuna varan büyük finansal çıkarlar
- Keir Starmer liderliğindeki İşçi Partisi’nin, Jeremy Corbyn’in ardından popülerliğini yeniden kazanması
- Muhafazakar “gençlik” arasındaki derin bölünmenin ve kişisel çatışmanın yansımaları
Başarısız Truss deneyiminden önce Johnson’ın destekçileri, onun 2019 ve 2022 yılları arasında iki “tarihi başarı” elde ettiğini söylüyorlardı: Brexit ve 2019 seçimlerinde İşçi Partisi karşısında kazanılan zafer. Ancak aklı başında herhangi bir gözlemci, “Brexit’in” hiçbir şekilde bir başarı olmadığının farkındadır. Avrupa’dan uzaklaşmayı destekleyenlerin çoğu pişmanlık duyuyor ve bunu meçhule doğru bir sıçrama olarak görüyor. İşçi Partisi karşısında alınan zafere geldiğimiz zaman, bununla övünenler, Jeremy Corbyn liderliğinde partinin popülaritesinin dibe vurduğunu görmezden geliyorlar. Nitekim ılımlı bir hukukçu olan Starmer görevi üstlendiğinde, kamuoyu yoklamalarında yüzde 50’den fazla oy alarak partisini zirveye çıkardı.
Son olarak muhafazakarlar yarın Truss’un yerine kimi seçerse seçsinler, anlaşılan o ki partideki kriz Truss ve Johnson’dan daha büyük. Gösterişli popülist sloganlar, vergi indirimi rüşvetleri, göçmenlik konusunda ırkçılık kartı vs. tüm bunlar kısa vadede faydalı olabilir, ancak bu istisnai koşullarda iktidar partisi için uygun strateji değildir. ABD ve İngiltere böyle iki deneyim yaşadı: ABD Başkanı Franklin Roosevelt, 1929 Büyük Buhran’ın ardından, hükümet müdahalesine ve vatandaşlar için temin edilecek bir güvenlik ağına dayanan Yeni Anlaşma’yı (New Deal) kabul etti. Aynı şekilde İngiliz seçmenler, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, yardım, kalkınma, sağlık ve sosyal programına inanarak İşçi Partisi’ne ve lideri Clement Attlee’ye zafer kazandırdı. Oysa o sıralar Muhafazakar Parti’nin başında, muzaffer “savaş kahramanı” Winston Churchill vardı.