Husam İytani
TT

Hristiyanlar, Avn’dan sonra  Lübnan’ı yönetebilir mi?

Mişel Avn’ın, partisinin ve damadının cumhurbaşkanlığı dönemi sona erdi. Avn’ın altı yıl süren iktidarının özellikleri iki kategoriye ayrılabilir: Küçümseme ve şeytanlaştırma. Avn ve çevresi, başarısızlıklarının üstünü örtmek ve kendilerini temize çıkarmak adına, Lübnan’ın tanık olduğu eşi görülmemiş felaketlerden, kamu işleriyle uğraşan herkesi içeren ve yozlaşmış siyasetçilerin oluşturduğu -bakanlar, milletvekilleri ve Özgür Yurtsever Hareketi temsilcileri hariç- “sistemi” sorumlu tuttu.
Avn, 2016’da iktidara geldiği dönemden 30 Ekim’de yaptığı gülünç veda konuşmasına kadar tüm Lübnanlıların cumhurbaşkanı olarak hareket etmedi. Daha önceki hayal kırıklıklarının yanı sıra 1990’da eski rakibi ve daha sonra müttefiki olan Suriye rejiminin güçlerinin eliyle “Baabda Sarayı’ndan” kovulması, generalin ruhunda derin yaralar bıraktı. Konuşmaları ve gazetecilerin sorularına verdiği aşırı duygusal tepkilerinden anlaşılan o ki ruhundaki kargaşa ve dengesizlik devam ediyor. Mişel Avn, İran ve müttefiki “Hizbullah’ın” Suriye savaşındaki zaferinin ürettiği gerçekle yüzleşemeyeceklerine ikna olan tarafların doğrudan ve hızlıca kazanımlar elde etmek için ortaya attıkları bir anlaşma sayesinde çalkantılı bir zamanda cumhurbaşkanlığını devralan “titrek” bir karakterdi. Aynı zamanda, muzafferlerin, mağlup fırsatçıların, vizyonsuz ve proje yoksunu kimselerin etrafında buluşacağı doğru kişiydi.
Ancak tüm bu olayların ciddiyetine rağmen, ilk gününden, “mücadelesini” tamamlama sözünü verdiği yeni evine dönüşüne kadarki dönemde ortaya çıkan büyük sorular yanıtlanamıyor. Bu sorulardan biri de şudur: Avn, geride bıraktığı yıkıma rağmen çoğu hala kendisini destekleyen Lübnanlı Hristiyanlar için neyi temsil ediyor?
Olası cevaplardan biri, Avn’ın tüm çelişkileri, eksiklikleri ve talihsizliklerine rağmen Hıristiyanların kendilerine karşı olarak gördükleri birkaç tarafın girişimine verilen yanıtın somut hali olduğudur. Bunlar arasında Araplar, Müslümanlar, ABD’liler ve diğerleri bulunmaktadır. Onlara göre taraflar, devletten ve fiili otoriteden Maruni Hıristiyanlarını söküp çıkarmaya çalışmakla kalmayıp, onlara Lübnan varlığının kurulmasında ayrıcalıklı bir rol veren tarihsel anlatıyı ortadan kaldırmaya çalıştılar. Bu arka plana karşı onlar, iç savaşa son veren Taif Anlaşması’na aşırı düşmanlık duyan kimseler olarak görülebilir.
Bu teşhis, mevcut halde daha acil bir soruyu gündeme getiriyor: Hıristiyanlar, Refik Hariri’nin Cumhurbaşkanı Elias Hrani’ye ve Hizbullah’ın Mişel Avn’a sağladığına benzer bir Müslüman desteği olmadan Lübnan’da iktidardaki konumlarını koruyabilirler mi?  Son altı yıllık deneyim, Lübnan’ın gelecekteki herhangi bir cumhurbaşkanının, Hizbullah’ın desteği olmasa bile, onayı olmaksızın Baabda Saray’na ulaşamayacağını söylüyor. Hizbullah’ın muhalifleri Avn’dan razı olana ve onu cumurbaşkanı olarak kabul edene kadar cumurbaşkanlığı seçimlerini iki buçuk yıl süreyle askıya alması halen hafızalarda capcanlıdır. Şayet denklemi kökten değiştiren bir gelişme olmazsa bu olgu  pekişecek ve cumhurbaşkanlığının fiili seçmenlerinin kabul edeceği bir yasaya dönüşecektir.
Önemli olan şu ki seçkinleri bir deri bir kemik kalmış, sayıları nüfusun yüzde otuzunun altına düşmüş, Batı’nın terk ettiği, temsilcilerinin daha çok eski liderlerinin karikatürü gibi olduğu ve tarihsel anlatıları alay konusu olan Hıristiyanlar, “Hizbullah” ağırlığında bir müttefik olmadan hakları geri almanın, yani saati Taif Anlaşması öncesine döndürmenin mümkün olmadığını iyi biliyorlar. Silahlı partinin vesayetini reddeden herhangi bir Hıristiyan aday, kendisine, partinin ağırlığına eşit Arap ve uluslararası koruma sağlamak zorundadır. Ancak bölgesel ve uluslararası işlevini yitiren, unutulmaya ve ihmale yüz tutan bir devlet için bu mümkün değildir. Bu nedenle Lübnan, kayıtsızlıklarla ve felaketlerle dolu dünyanın vicdanını harekete geçiremeyecek insani ıstırapların ortasında,  toplumun ve devlet kurumlarının daha fazla parçalanmasına tanık olacağı bir çürüme döneminin arifesindedir.