Yasir Abdulaziz
TT

Arap medyası için yeni bir ufuk

Araplar, uluslararası medya rekabetini nispeten geç tanıdılar. Belki de bu, tam olarak 2. Dünya Savaşı'nın (1939-1945) çatışmalarının kızıştığı; İngilizler ve Almanların, Arap sokaklarını çatışmalara hazırlamayı ya da halkın desteğini kazanıp çatışan iki tarafa boyun eğmesini sağlamayı amaçlayan ‘hedefli’ yayınlar aracılığıyla Arap vatandaşlarına ulaşmak için birbiriyle yarıştığı zaman oldu.
1950’li 60’lı yıllarda milliyetçi dalga ortaya çıkacak, bu dalga ‘Nasırcı’ ve ‘Baasçı’ mihverler arasında dağılacak ve ‘muhafazakar’ akımla amansız bir savaş başlayacaktı. Bu savaşın, basılı gazeteler dahil olmadan ve Beyrut gibi bir başkent, rekabetin genel hatlarının belirlendiği ve rakiplerin bayraklarının yükseldiği bir sahaya dönüşmeden önce, ilk başta daha çok radyo üzerinde toplanacak medyatik etkileri olacaktı.
Daha sonra her şey 20 yıllığına durulacaktı. Medya silahları kullanarak hakimiyet kurma ve bölgesel siyasi genişleme girişimlerinde net bir düşüş yaşanması ışığında, bölgedeki başlıca güçlerin rekabet veya mücadele için birçok bahanesini kaybetmesi ve rejimlerin ve çıkar gruplarının odak noktasını ulusal iç meselelere yöneltmesi sebebiyle, bu yıllar içinde bölgesel medya rekabeti gürültüsüz ve patırtısız bir şekilde sınırlı olacaktı.
Bazı gelişmekte olan bölgesel güçler stratejik konumlarını geliştirmek ve etkilerini artırmak için medyayı kullanmaya karar verince bu dinginlik bozulacak ve 1990’larda sahne dramatik bir değişime uğrayacaktı. Bu şekilde çatışma yeniden alevlenecek, savaşma veya savaş çıkarma arayışı tekrar artacak ve en nihayetinde medya kanalları, derin siyasi değişiklikler -ki bunlar, Arap ayaklanmalarının ilk 10 yılında doruk noktasına ulaşacak- meydana getirmeye yardımcı olması için kullanılacaktı.
Bununla birlikte bazı büyük Arap ülkeleri, bölgesel ve uluslararası medya rekabetini göz ardı etmenin tehlikesini fark ettiler. Aynı zamanda bu rekabetin ‘itişme ve çatışma’ yönüyle sınırlı kalmasının, sadece Arapça konuşanlara hitap etmesinin ve bölgesel ve küresel etkiye yönelik geniş fırsatlardan kopuk olmasının tehlikesini de fark ettiler.
Bununla eş zamanlı olarak, rant fazlalıkları ve uygulanabilir ve sürdürülebilir hizmet, endüstri ve yatırım odaklı iş modellerinin getirileri ile desteklenen ekonomik sıçramalar yaşandı. Ayrıca oyuncuların rollerini yeniden formüle edip yeni oyunculara büyük sorumluluklar yükleyen siyasi dönüşümlerin dikte ettiği bölgesel nüfuz haritasında temel değişiklikler meydana geldi. Bu da yerel güvenilirlik ya da bölgesel rekabet taleplerinin ötesine geçen medya platformlarının geliştirilmesini ve bölge dışından bir izleyici kitlesini ikna edebilecek ve takdir toplayabilecek bir söylemin benimsenmesini gerektirdi.
Onlarca yıldır, ‘küresel medya akışının bozuk olduğu’ şeklinde bir medya önermesi dönüyor. Bu belki de kimsenin üzerinde tartışamayacağı bir konuydu. Bu önermenin yanı sıra başka bir önerme daha ortaya atıldı: Küresel medya akışındaki dengesizlik Güney'in aleyhine olup Kuzey'in lehine oluyor. Zira kuzey ülkeleri haber üretiyor, bu haberlere nitelikler ve roller biçiyor, olayları belli bir kalıp içerisine koyuyor, önemli konuları kendi bakış açısından anlatıyor ve daha sonra bunları güneyde olan bizlere gönderiyor. Biz ise, aldığımız haberlerin sadece onda birini gönderiyoruz.
Bu ‘bozuk akış’ ile ilgili yakınmalar arttı ve başlı başına bir medya teorisi haline geldi. Bu teoriyi ele almak için forumlar kuruldu, seminerler düzenlendi ve araştırmalar yapıldı. Kendisini ‘Medya Çalışmalarına Yönelik Eleştirel Ekol’ olarak adlandıran önemli bir araştırma ve profesyonel grup şekillendi. Başka bir grup, ‘medya bağımlılığı’ olarak tanımladıkları olguyla savaşma sözü verdi. Bu araştırmacılar ve aktivistler, ‘bozuk medya akışının’ ‘ulusun aklını çelmeye’, ‘kültürel istilanın’ hedeflerine ulaşmasına ve ‘önemsiz konuların ön plana çıkarılmasıyla diğer hayati konuların gözardı edilip medya gündeminden düşmesine’ yol açacağını öne sürdüler.
Tam bir iyi niyetle şu algı oluştu ki; kuzeydeki her ülke bir merkezdir, güneydeki her ülke bir çevredir, merkezlerden çevrelere doğru bir kontrol söz konusudur ve bu tehlikeli sorun ancak ‘büyük medya kuruluşlarını haberlerimizi yayınlamaya’ ve ‘medya kapıcılarımızla (gate keeper) muhatap olarak kapıcılarımızın haber, film ve fotoğrafları halka gösterilmeden önce incelemelerine müsaade etmeye mecbur bırakacak küresel konferanslar ile çözülebilir.
Aslında ‘kuzeyden güneye medya akışı’nın hakimiyetinin kaçınılmazlığına ilişkin konuşmanın yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. Zira ‘kusurlu’ bir önerme daha çok tehlike yaratır. Bu hiç şüphesiz, ülkemizdeki diğer pek çok sektör gibi çökmeye yüz tutmuş bir sektör olan medya alanında durumumuzu düzeltmek için gerekli adımları atmaktan bizi alıkoyar.
Bir Arap medya grubu, mesajlarını denge, tutarlılık ve net bir bağlılık içinde yerel, bölgesel ve küresel bir izleyici kitlesine uyacak şekilde uluslararası standartları karşılayan bir profesyonellik derecesi ile formüle eden, yaklaşık altı dilde yayın yapan, içeriklerini tüm izleyicilere hitap edecek şekilde çeşitlendiren ve tarafsız ilgi alanlarının çoğunluğu oluşturduğu 30'dan fazla aktif ve etkili medya platformuna sahip olmayı başardı.
Bu gelişme, ‘bozuk medya akışının’ kaçınılmazlığı fikrinin pratikte çürütülmesini ve siyasi amaçlara yönelik propaganda medyası fikrinden kopulmasını temsil ediyor ve Arap dünyasına, mağduriyet iddialarından ve propaganda odaklı yaklaşımdan çıkarak dünyanın saygısını ve güvenini kazanacak yeni bir ufka doğru gidebileceği bir kapı açıyor.