Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

Kaçsan da öldürülüyorsun, kaçmasan da…

Suçun cezalandırılmasıyla ilgili yapılan en doğru uygulama kişinin daha önce suç işleyip işlemediğine bakılması. Daha açık ifade edecek olursam, bir kişi bir kez suç işlediğinde, tasvip edilmese de insani bir hata olarak görülebilir ancak toplumda suç makinesi olarak dolaşanlar varsa, yani birey suç işlemeyi huy edinmişse artık onun toplumu huzurunu ve güvenliğini sağlamak için toplumdan çıkarılması gerekir, özellikle de bir devlet sınırları içerisinde yaşıyorsanız. Zira insanı, doğa durumundan devlet modeli altında yaşamaya iten şey aslında güvenliğin de bu yolla sağlanmasıdır. Örneğin insan, modern dönemlerden önce alabildiğine özgürdür, herhangi bir kısıtlamaya uğramaz ancak diğer yandan da her türlü tehlikeye açıktır. İnsanları bir devlet çatısı altında olmaya ikna eden ve bunun doğru bulmasını sağlayan etkenlerden en önemlisi devletin bir güvenlik sağlayıcısı olmasıdır.
Devletler biz nebzeye kadar suçu engelleyebilir ancak suçun tamamıyla engellenmesi de dünya ve insan gerçeği göz önünde bulundurulunca fazla ütopiktir. Suçu sıfırlayamazsınız ancak engellemeye çalışırsınız, çalışmak zorundasınız. Devletlerin güvenlik sağlayıcı yapılar olması yanında, diğer yandan kendi varlıklarını devam ettirmek, kendisine sığınılmasını sağlamak için “ben olmazsam tehlikeye açık hale gelirsin” demek için suçu stratejik olarak kullandıkları vakidir. Her devlet böyle değildir ancak güvenlik probleminin bir taktik olarak kullanıldığı gerçeği de bilinen bir durumdur.
Devletler, vatandaşlarına karşı işlenen suçları cezalandırmak konusunda daha esnek davranabilir ancak kendisine karşı işlenen suçlar için oldukça katıdır. Örneğin, ABD’de polisin dur ihtarına uymayan kişileri vurma hakkına sahip olması gibi. Burada mesele polisin korunması değil devletin kendi kolluk güçleri vasıtasıyla kendisini korumasıdır.
Devlet ve güvenlik başlığı altındaki problemleri tüm dünya ülkeleri örneklerinden yola çıkarak ele alabiliriz. Ancak bu konuda sık sık ABD’nin örnek olarak verilmesi bir yandan neredeyse tüm dünyaya özgürlük, güvenlik alanında ders vermeye çalışırken ve hatta özgürlükler ülkesi olduğunu iddia ederken, kendi kapısının önündeki polis cinayetleridir.
George Floyd’un ABD polisi tarafından boğazına basılarak öldürülmesi, ABD’de polis şiddetinin kınanması için insanların sokaklara dökülmesi sonrası hatırlarsanız “Black Lives Matter/Siyahların Hayatı Değerlidir” sloganıyla ABD’deki polis şiddeti vurgulu bir slogan eşliğinde kınanmıştı. Olayın üzerinden fazla zaman geçmeden, ABD yine birçok polis şiddeti ile gündeme geldi. Nihayetinde eylemlerden olumlu sonuçlar alındığını söylemek güç.
Bu kez ABD’de 29 yaşındaki siyah genç Tyre Nichols, dikkatsiz araç sürdüğü gerekçesiyle polis tarafından durduruldu, 5 polis tarafından dövüldü, şiddet gördükten üç gün sonra da tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti.
ABD’deki polis şiddeti sonucu 2021 yılı itibariyle 1055 kişi hayatını kaybetti.
ABD’de görev başında öldürülen polis sayısı, 2021 itibariyle, 73 olarak raporlandı.
İki oran arasındaki benzerlik şöyle, son on yılda hem polis şiddeti hem de polis cinayetleri aynı oranda artmış.
Bu oranlara ek olarak, ABD’de siyahların polis şiddeti sonucu ölüm oranının beyazların ölüm oranının üç katı olduğu belirtiliyor.
ABD’de silahla öldürülme oranları birçok ülkeye oranla yüksek olsa da, bireysel silahlanmanın yasal olduğu ve bazı kesimlerce teşvik edildiği bir ülke için oranların çok yüksek olduğunu söylemek sağlıklı değil.
Oranlardan, ABD’deki polis şiddetinin geldiği noktaya dönecek olursak, ABD’nin aşırı bir devlet koruması refleksi ile hareket etmesi, yani polise/kendine yönelik suçu ihtimal olarak görmesi bile polise öldürme hakkı vermesine neden oluyor. Bir anlamda, ABD devleti, kendisine karşı işlenen suçlarda, bu suç bir ihtimal dahi olsa ve hatta kişiler suçsuz dahi olsa polisin işlediği cinayeti meşru görüyor. Bunun böyle olduğunu polis şiddetine karşı açılan davaların çok azında polislerin cezalandırılıyor olmasından, genellikle hafif cezalarla geçiştirilmesinden de anlıyoruz.
ABD’de siyahların toplumsal ayrımcılığa uğradığı bir gerçek ancak aynı oranda ayrımcılığın devlet tarafından da yapıldığı biliniyor. Bu tutumun altındaki temel refleks ise ırkçılık. Her ne kadar ABD’nin çok uluslu, ırka değil ABD vatandaşlığına bağlı bir milliyetçiliğe sahip olduğu doğru olsa da aynı zamanda siyahlar ve beyazlar söz konusu olunca siyahların ayrımcılığa, ırkçılığa maruz kaldığı bilinen bir durum.
ABD’de kolektif bilinçaltının etkisinin (yakın zamana kadar devam eden “yasal” kölelik), siyahların sürekli maruz kaldığı ırkçılık ve ayrımcılığın siyahları daha öfkeli hale getirmesi siyahların, suç oranlarının beyazlardan fazla olmasına neden oluyor. Ancak bu, her siyahın suçlu olduğu anlamına gelmiyor. Suçlu siyahlar olduğu gibi, polis olan siyahlar da var.
İşte tam da burada Nichols cinayeti beyaz polislerin, ırkçı refleksler ile işlediği bir cinayet olmaktan çıkıp, 5 siyah polisin işlediği bir cinayete dönüşüyor. Şu durumda görüyoruz ki, Nichols’ı öldüren tüm polisler siyah, dolayısıyla ırkçı bir cinayetten bahsedemeyiz. Öyle ise durum nedir?
Nichols’ı öldüren siyah polislere “ev zencisi” desek tüm meseleyi çözmüş olur muyuz? Sanmıyorum. Bu cinayette her ne kadar şiddeti grup halinde beş siyah polis uygulamış olsa da bu tarz cinayetlere zemin hazırlayan, kendi güvenliğini her şeyden, en başta en temel insan hak ve hürriyetinden dahi üstün gören bir ABD devlet koruma refleksi var. Zaten polis şiddetini problemli yapan şey, onun ırkçı refleksler ile yapılıyor olması değil, bu şiddetin bu kadar yaygın olması ve genellikle cezasız kalması. Dolayısıyla beyaz ABD polisinin siyahları öldürmesi mi daha korkunç yoksa siyah ABD polislerinin mi bilmiyorum ama polis şiddetinin artarak devam etmesi durumunda suçun engellenmeyeceği, aksine siyahları daha öfkeli hale getirerek daha çok suç işlenmesine neden olacağı ortada… kim bilir belki de istenen budur?