İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Lübnan hariç her yerde üretiliyor

Lübnanlıların uzun süredir rahatça (ama mutlaka inanarak değil) tekrarladıkları yalanlardan biri de, ülkelerinin cumhurbaşkanının bir iç üretim olduğu yalanıdır. En azından aralarındaki aklı başında ve gerçekçi olanlar, mevcut Lübnan'ın belirli bir tarihi ortamda, Birinci Dünya Savaşı'ndan ve Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra yeni uluslararası dengelere göre ortaya çıkan bir oluşum olduğunun farkındadırlar. Dini ve mezhepçi ifadelerle “Doğu Sorunu” mücadelesinin hassas alanlarından biri ve İslam ile Hristiyan dünyaları arasındaki sismik sınır hattı zemininde köklü değişiklikler yaşandı. Bilindiği üzere 1920'de Paris'te Doğu Akdeniz'deki Osmanlı mirası meselesi halledildi ve başta İngiltere, Fransa olmak üzere Avrupalı ​​güçler bu bölgeyi Sykes-Picot anlaşmasına göre paylaştılar. Filistin üzerindeki İngiliz mandası, Balfour Deklarasyonu'na göre İsrail'in kurulmasını sağlarken ve İngiliz varlığı Körfez bölgesi ve İran'daki etkisini güçlendirirken, Fransa, ortak kararla Bereketli Hilal'in batı tarafındaki toprakları aldı. Daha sonra Suriye ve Lübnan adını alacak devletler ile Suriye'den koparıp bir Türk vilayeti haline getirdiği İskenderun Sancağı’nı kapsayan bu bölgenin haritasını yeniden çizdi.
Fransız Mandası bölgesi Paris’in keyfi bir şekilde davrandığı dinsel, mezhepsel ve etnik azınlıklarla doluydu. Fransa bu bölgede kısa süreli mezhepçi devletçikler de kurdu. Ancak Lübnan'ın durumu bu diğer devletçiklerden farklıydı. Zira Hristiyan çoğunluğun yaşadığı Cebel-i Lübnan bölgesi zaten özel bir statüye sahipti. Osmanlı döneminde özerk bir kaymakamlık veya mutasarrıflık statüsüne sahip olmuştu, kendisini Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan Hristiyan tebaanın çıkarlarının “garantörü” sayan Avrupalı ​​güçlerin temsilcileriyle mutabakat halinde İstanbul tarafından seçilen bir Osmanlı Hristiyan yönetici tarafından yönetiliyordu. Dahası (bu mutasarrıflık sınırlarına dayanan) “Cebel-i Lübnan Devleti” bağımsız bir cumhuriyet olarak ortaya çıkan tek devletti.
Yarın, Fransız başkentinin, şiddetlenen ekonomik, sosyal ve siyasi krizler zemininde Lübnan cumhurbaşkanlığı makamının boş kalmasını tartışmak üzere beşli bir toplantıya ev sahipliği yapması bekleniyor. Buna paralel olarak Maruni Patriği Bişara el-Rai dün, aynı konuyu görüşmek üzere Beyrut'un kuzeydoğusundaki Bkerki’de bulunan Patrikhane’de bir "Hristiyan toplantısı" düzenlenmesi çağrısında bulunmuştu. Toplantının bir diğer konusu, Hristiyanların geleceği ve tüm mezhepleriyle Hristiyanların yaşadığı demografik ve siyasi kriz gölgesinde, adem-i merkeziyetçilik ve federalizmle ilgili tezler ve öneriler.
Birileri bu konuda yeni bir şey olmadığını söyleyebilir. Zira Lübnan'da ne mezhepçilik “aniden ortaya çıkmış bir durum" ne de bir arada yaşamanın koşulları ve "birlikte yaşama" tabirinin anayasal yorumu konusundaki ihtilaf yeni değil.
Tüm bunlar doğru, ancak kırılgan Lübnan oluşumunun yaşadığı yeni türden bir durum, içerideki ve dışarıdaki "Hristiyan" güçleri harekete geçirdi. Bu durum, artık sadece siyasi-güvenlik gerçekliği değil, tüm bölge düzeyinde demografik, ekonomik ve stratejik denklemleri kontrol eden “İran durumu”dur. Özellikle Lübnan ve Suriye'deki Doğu Hristiyan kiliselerinin bazı sembolleri, olanların ciddiyetini - belki de kasıtlı olarak - anlamakta geç kalmış olsalar da, bazı Batılı güçlerin İran'ın Ortadoğu'nun tamamındaki rolüne yönelik yaklaşımlarında “İran durumu”nu dışlamak saflık olur.
Washington ve bilhassa Paris, İran'ın nükleer dosyasına ilişkin gri tutumlarından da anlaşılacağı gibi, İran planına karşı pasif olma eğilimindeydiler. Dolayısıyla 2003’teki Irak işgalinden bu yana bölgeyi sürüklediği tüm yıkıcı krizlerden onu sorumlu tutmaktan kaçındılar. Bugün Washington ve Paris, Lübnan çilesini sona erdirmek için çabalarını yeniden aktifleştirirken, bir yandan Lübnan devletinin kararına, toprak egemenliğine ve ekonomik refahına fiilen el koyan Hizbullah'ı bu rolü nedeniyle açıkça suçlamaktan kaçınıyorlar. Diğer yandan da, varlığı formaliteden ibaret olsa ve Lübnan siyaset sahnesinde hiçbir şeyi değiştirmese bile sorunu çözecek herhangi bir cumhurbaşkanını seçmek için acele ediyorlar. Gerçek şu ki, Paris'teki beşli toplantıda Fransızlar ile Amerikalıların istediği, tarafları doyurucak bir yemek sunmaktan ibarettir, ne sorunu çözmek ne de ülkenin yeniden inşa edilmesi değil.
Başka bir deyişle, iki başkentinde, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed'in “Lübnanlı bir versiyonunun” atanmasına herhangi bir itirazları yok. Yani iktidarda olan ama yönetmeyen bir cumhurbaşkanı isteniyor. Bu arada nasıl ki Suriye'de asıl nüfuz İran, Rusya ve Batı ülkeleri arasında dağılmışsa, Lübnan'da da Tahran, Paris ve Washington arasında dağıtılacak. Her iki durumda da, perde arkasında İsrail'in bölgedeki oluşumların "parçalanarak" zayıflatılmasına ve Arap ülkelerinin kendisi ile normalleşmesinin kapsamını genişletme umuduyla İran'ın uzlaşmazlığını teşvik etmeye dayalı stratejik çıkarı duruyor.
Şarkul-Avsat gazetesi dün, Paris toplantısının önerilen cumhurbaşkanı adayları isimleri tartışmasına dahil olmayacağını ve toplantının akabinde açıklanacak sonuç bildirisinin ise milletvekillerinin cumhurbaşkanını seçmeleri ve Lübnan'daki çöküşün arkasında olan aşamadan farklı bir aşamaya geçişin yolunu açmak için bir yol haritası görevi göreceğini kaydetti. Adını vermediği bir Arap diplomatın "Lübnan'ı kurtarmanın zorunlu yolu, Arap ülkeleri ve uluslararası toplum tarafından kabul gören bir cumhurbaşkanının seçilmesidir" sözünü nakletti.
İran'ın bölgedeki yaklaşımının devam etmesi bir yana, Tahran'ın Rusya-Ukrayna savaşına dahil olmasının gölgesinde, Arapların kabulünün çok önemli bir nokta olduğuna inanıyorum. Dahası Binyamin Netanyahu'nun yeniden iktidara gelmesi İran için kötü bir haber değil, hatta bundan en çok yararlanan taraf olabilir. Dahası bu yarar, Paris ve Washington'un Hizbullah’ı kabul edebileceği, Lübnan’daki emrivakiyi “Ne kurt ölür ne koyunlar mahvolur” formülüyle yönetecek bir cumhurbaşkanı ile yatıştırma girişimi şeklinde yansıyabilir.
Öte yandan, Hristiyan güçler arasındaki Bkerki görüşmesine gelince, iki çıkar müttefiki Hizbullah ve Özgür Yurtsever Hareket (Avn Hareketi) arasındaki ilişkide yaşanan durgunluğun ardından düzenleniyor. Bu durgunluk, Hizbullah'ın ve ondan önce Emel Hareketinin Özgür Yurtsever Hareket lideri Cibran Basil'in cumhurbaşkanlığı adaylığını desteklemeyi reddetmesinden kaynaklanıyor. Marada Hareketinin lideri eski bakan Süleyman Frenciye’nin Hizbullah ve Emel ikilisinin güvenilir ve müzmin tercihi olduğu, Emel ile Avncılar arasında hiçbir güven olmadığı Lübnan'da yaygın olarak biliniyor. Bu nedenle, Şii İkilisinin Basil'i desteklemeyi reddetmesinin ve önde gelen bir dizi Hristiyan lider arasındaki kronik düşmanlığın gölgesinde, ilk toplantının amacının, Hristiyanların birinci otorite olan cumhurbaşkanlığı makamında onları temsil edecek kişiyi başkalarının onlara dayatması değil, bizzat kendilerinin seçmesi olması bekleniyor.
Buna bağlı olarak, Hristiyanların siyasi kaderini Hristiyan olmayan ve çoğu Lübnanlının bildiği gibi, artık Lübnan'daki nüfusun büyük bir çoğunluğunu oluşturan güçlerin elinden kurtaracak şey, adem-i merkeziyetçilik veya federalizm veya belki de daha fazlası değil, ciddi bir pratik çözüm arayışıdır.