İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Türkiye-Suriye deprem felaketinden çıkarılan dersler var mı?

Kime ait olduğu konusunda ihtilaf olan şu felsefi şiirin iki mısrasını kendi kendime hep tekrarlarım:
İlacın sende ama görmüyorsun
Hastalığının sebebi sensin ama hissetmiyorsun
Koskoca alem senin içinde gizli iken
Küçük bir gezegen olduğunu mu iddia ediyorsun?
Varlığa, etrafımızdaki o uçsuz bucaksız fezaya baktığımızda, sonra bir kalp atışıyla ya da bir acı hissiyle kendi içimize kapanıp, ne kadar zayıf ve çaresiz olduğumuzu hissettiğimizde, bunlar gerçekten derin sözler. İnsan, zeki olarak nitelendirilen o varlık, her yıl akla gelmeyen yeniliklere ve icatlara imza atıyor. Dahası insanlığın her on yılda bir keşfettiklerinin ve yaptıklarının, önceki yüzyıllarda keşfedilen ve yapılanların tamamını aştığı söyleniyor. Ancak öte yandan gizemli bir virüs, gelişigüzel bir hücre bölünmesi ya da kalbindeki veya beynindeki hayati bir damarı tıkayan bir kan pıhtısı karşısında çaresiz kaldığını, öldüğünü ya da felçli kaldığını görüyoruz.
Her birimiz, ne kadar yüksek mertebede olursak olalım, uçsuz bucaksız dünya ve daha geniş varoluşla karşılaştırıldığında son derece küçük bir hücre olarak kalırız. Ama aynı zamanda her an acizlik ve yok olma tehdidiyle karşı karşıya olan bedenlerimiz, onları oluşturan milyarlarca hücre veya içlerinde bulunan milyarlarca molekül için de uçsuz bucaksız fezalardır.
Türkiye'nin güneyinde ve kuzeybatı Suriye'de meydana gelen yıkıcı depremle birlikte aklıma bu düşünceler geldi. Deprem, bölgenin jeolojik tarihini ve yaşadığı büyük deprem deneyimlerini bilenleri şaşırtmasa da, medya ve iletişim yoluyla saat saat, hatta an be an aktarılan trajik görüntüler bilineni doğruladı.
Deprem, insanın doğanın gücü karşısındaki zayıflığını ve kader karşısında gücünü seferber edemediğini tekit etti. Ancak olağanüstü zor koşullarda kurtarma, ilk yardım ve tedavi görevlerini üstlenen kahraman insanların adanmışlıklarını da öne çıkardı. Bu kahramanlar ayakta duramayan binaların enkazı önünde depremzedelerin iniltileri ve yüreği yaralı kişilerin feryatlarının onlarla birlikte kısıldığı ağır geçen saatlere karşı umutsuzluğa kapılmadıkları ve ümitlerini kaybetmedikleri için saygı ve hayranlığı hak ediyorlar. Dolayısıyla arama kurtarma ve ambulans ekiplerinin, afetin üzerinden 6 gün geçmesine rağmen, büyük bir özveriyle çöken binaların enkazından insanları canlı çıkarma çalışmaları gerçekten gururla tarihe geçiyor.
Öte yandan, Türkiye ve Suriye'de meydana gelen, Richter ölçeğine göre yaklaşık 7,8 büyüklüğündeki son deprem, modern dünya tarihinin ve kesinlikle bölge tarihinin yüzyıllar içinde tanık olduğu en güçlü depremlerden biri. Bu bağlamda iki önemli gerçeği unutmamalıyız; birincisi, can kayıplarının çok yüksek bir oranının çok katlı ve birçok ailenin yaşadığı beton binaların çökmesi sonucu gerçekleştiğidir. Buna karşılık kırsal alanlarda meydana gelen depremlerde, evlerin küçük boyutlu ve balçık ya da ahşaptan yapılmış olmaları, kayıpların boyutunu ve mahsur kalan yaralıları çıkarmanın zorluğunu azaltmaktadır.
İkincisi, depremin dünyanın “sismik olarak en aktif” fay hatlarının ve çöküntülerin kesiştiği bölgelerinden birinde meydana geldiğidir. Bilim adamları bunları biliyorlar, Ortadoğu boyunca çok sayıda büyük depreme tanık olan bu tehlikeli yer levhaları ve fay hatlarının aktivitelerini sürekli takip ediyorlar. Söz konusu fay hatları ve levhalar (güneydoğusunda Avrasya levhasının bulunduğu) doğuda İran'dan, (Anadolu levhasının bulunduğu) Türkiye'ye ve batıdaki Yunanistan'a, oradan depremlerin ve volkanların birleştiği İtalya'ya kadar uzanıyor. Daha sonra kuzeyde Tunus, Cezayir ve Fas'ı içeren Afrika levhasını görüyoruz.
Gerçek şu ki, Arap Doğu Akdeniz bölgesi (Suriye, Lübnan ve Filistin), Arap ve Afrika levhaları arasında bir temas (veya çarpışma) bölgesidir. Kuzeybatı Suriye'deki Gap Ovası’ndan başlayan, Lübnan’daki Bekaa Vadisi’nden, Ürdün Vadisi, Ölü Deniz ve Akabe Körfezi’nden ve Kızıldeniz’den geçen, Danakil Çöküntüsü üçgenine kadar (güneydoğu Eritre, doğu Etiyopya ve batı Somali) devam eden büyük fay hattı buradan geçer. Söz konusu fay hattı Danakil Çöküntüsü’ne ulaştığında, Etiyopya platosunda biri güneye, ikincisi güneybatıya, ardından daha da güneye doğru giden iki kola ayrılır. İkinci kol (en büyüğü Tanganyika ve Malavi olan) bir dizi göl, ayrıca batı Kenya, Tanzanya ve doğu Kongo'da Ruanda ve Burundi devletlerinin uzandığı yüksek dağları oluşturur. Bölgenin jeolojik ve sismik gerçeği budur ve bize de, Japonlara, İranlılara, ABD'nin Kaliforniya eyaleti sakinlerine ve diğerlerine dayatıldığı gibi bilimsel, psikolojik ve mimari olarak depreme uyum sağlamayı dayatır. Şahsen, Lübnan'da 16 Mart 1956’da yaşanan depremi hâlâ çok iyi hatırlıyorum. O zamanlar 6 yaşında bir çocuktum ve ailem Beyrut'un güney banliyölerindeki apartmanlardan birinde yaşıyordu. Bulunduğumuz 4 katlı bina bölgenin en büyük ve yüksek binasıydı.
O zamanlar Beyrut'un güney banliyöleri, meyve bahçeleri ve tarlalarla ayrılmış bir grup küçük köydü. Deprem olduğunda, bina ve sokaklardaki diğer insanlar gibi panikle sokağın karşısındaki en yakın meyve bahçesine koştuk. Ancak kendimizi toparladığımız anda depremin merkez üssünün memleketim olan Şuf bölgesi olduğunu duyduk. Akrabalarımızdan beldemizin en kötüsünden kurtulduğunu öğrenene kadar saatlerce endişeyle bekledik. Beldemize bitişik iki köy dahil Şuf’ta çok sayıda ölü ve yaralı olduğunu da öğrendik.
Her halükarda, Şuf bölgesi - aslında Cebel-i Lübnan’ın güney kesiminin büyük bir bölümünde- binalarda geniş çatlaklar oluştu. Sonraki birkaç yıl, inşaat ve onarım şantiyeleri mimari kültürde tam bir değişim gerçekleştirdiler ve bunlardan bazıları - ne yazık ki - daha iyiye doğru değildi. Betonarme yapılar köy ve kasabalara yayıldı, güzel kırmızı kiremitli çatıların sayısı azaldı. Balçık (kil) kullanılan kalın yalıtılmış duvarlar devri kapandı. Aynı şekilde ağaç gövdelerinin ve ahşap direklerin taşıdığı yalıtkan balçık çatılar da ortadan kalktı.
Şimdi, anlaşılır bir deprem korkusunun ortasında, kırsal alanların kentsel büyüme lehine küçüldüğü bir ortamda şehirler inşa etmek için yeni mimari öncelikler ve bilimsel yaklaşımlar benimsemenin kaçınılmaz olduğuna inanıyorum. Kentsel büyüme, tersine çevrilemeyecek kaçınılmaz bir mesele haline geldi. Bu nedenle politikacılarımızın, sistemleri, kontrolleri, modern ve geleceğe dair teknolojileri sayesinde deprem felaketi riskini azaltmayı başarmış olan "deprem ülkelerinde" uzmanlaşmış deneyimlerden yararlanmaktan başka seçenekleri bulunmuyor.
Sözlerimi şu anımla bitirmek istiyorum; bir grup Japon arkadaşımla birlikte otelimin üst katlarından birinde yemek yerken Japonya'nın başkenti Tokyo'da güçlü bir deprem meydana geldi.
Sarsıntı biraz kuvvetliydi ama beni asıl şaşırtan arkadaşlarımın umursamazlığıydı. Onlardan birine sarsıntının merkez üssünün nerede olduğunu düşündüğünü sorduğumda, gülümseyerek "Uzak değil, belki de burada, Tokyo Körfezi'ndedir" cevabını verip yemeğine devam etti.
Karşılıklı suçlamalarda bulunmak, yalanlar yaymak ve paniği körüklemek yerine onlardan ders alsak ne güzel olur.