İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Zayıf Sünni siyasi varlığının riskleri

Lübnanlıların doğal depremlerden duydukları panik ile geçim kaynaklarının tehdit edilmesinden duydukları korku ve endişe arasında, parçalanmış, yok olup gidecek kadar yavaş yavaş solan bir vatanın geriye kalan kalıntılarını tasfiye eden korkunç kabus devam ediyor.
Müzakere koridorlarında, kabul salonlarında, kameraların önünde peş peşe yaşanan gelişmeler, aktif bir hareketlenmenin fitilini ateşliyor ama bu, "hayırlı" türden bir hareketlenme değil. Yani yanılsamalara dayalı ve yanılsamalardan besleniyor, tek bir sabite ve çeşitli dönüşümler altında daha çok yanılsama satmayı amaçlıyor.
Dolayısıyla, İran kimlikli ve Lübnan merkezli bir örgüt olan “Hizbullah”ın Genel Sekreteri'nin tehditlerinin, Binyamin Netanyahu’nun "yeni çağında” İsrail'in, Hizbullah’ın "onayıyla" deniz sınırları çizilmeden önce, Lübnan ile ihtilaf konusu olan alanlardan gaz ihraç etmeye başlamasıyla aynı zamana denk gelmesi şaşırtıcı değil.
Hizbullah çöken ekonomi, yıkılan bankacılık, beyin göçü, iflas eden kurumlar enkazı üzerinde ülkenin farklı bölgelerinde “Kard el-Hasan” finans kuruluşunun yeni şubelerini açarken, Genel Sekreter'in ABD'yi tehdit etmesi ve onu "Lübnan'ı ekonomik olarak mahvetmekle" suçlaması da şaşırtıcı değil.
İsrail ile deniz sınırlarının çizilmesi için arabulucu olan Amos Hochstein'ın çabalarına karşılık vermekte en istekli görünen "Hizbullah"ın koşulları iyileşirken, Lübnan'ın en büyük ikinci şehri Trablus’un sakinlerinin, büyük Türkiye-Suriye depreminden önce şehirlerine yöneltilen “Kandahar” olduğu suçlaması, bakımsızlık ve çaresizlik nedeniyle hasarlı evlerine dönmekte tereddüt ediyorlar.
Artık fiilen var olmayan bir cumhuriyetin dış anlaşmaların belirlediği ve yalnızca bir boşluğu doldurmak için uydurma bir konuma getirdiği yeni cumhurbaşkanının dolaşımdaki adının, mevcut kuraklık günlerinde en çok talep gören şey olması şaşırtıcı değil. En kötüsü, büyük Batılı güçlerin "cumhurbaşkanlığı koltuğundaki" boşluğun, Hizbullah ve onun Arap ve İslam dünyasındaki rolünü planlayan ve destekleyen gücün işgalinin gölgesinde Lübnan'ın "fiili bir yönetime", "fiili bir orduya" ve "fiili bir ekonomiye" sahip olmadığı anlamına gelmediğini gayet iyi bilmeleri.
Son olarak, Lübnanlıların Refik Hariri suikastının yıldönümünü, öfke, meydan okuma ve değişim coşkusundan ziyade umutsuzluk depolamış duygularla anmaları şaşırtıcı değil.
Özellikle bu bağlamda ve ilgili şahsiyetlere saygımla birlikte, babasının suikastının yıldönümünde eski başbakan Saad Hariri'nin etrafındaki kitlesel toplanmanın her şeyden ziyade duygusal olduğuna, dahası bunun başka bir şeyle açıklanamayacağına inanıyorum.
Baba Hariri bir kurtarma projesi sahibiydi ve bu projeye tamamen inandığı için suikasta kurban gitti. Öte yandan oğul Hariri, ülkenin ciddi şekilde kurtarılmaya ihtiyaç duyduğu bir dönemde çekimser kalmayı ve arenadan çekilip boş bırakmayı tercih etti. Saad Hariri, “çatışmayı bitirmeyi” ve mücadeleden vazgeçmeyi tercih ettiğinde, çevresinden ve siyasi kampından başkalarına mücadeleyi sürdürmeye izin vermeme kararını bizzat kendisi almış olsa da, kararının yanlış olmasının tek sorumlusu tabii ki o değil. Bu noktada, Saad Hariri'nin son seçimlerde kendisine "ihanet ettiğini" düşündüğü ve seçimleri boykot etme kararına uymayıp itaat etmeyen kişilerle savaşma kararına, Refik Hariri'nin anısına sadık herhangi birinin katılmasının zor olacağını iddia ediyorum. Doğrusu “ihanet” bahanesiyle babasının eski müttefik ve yardımcılarından birçoğunun kazanmasına engel olması, “Hizbullah” ile Avncı hareketin meclisteki sandalye sayısının desteklenmesine katkıda bulundu ve adım adım yağmalanan iktidar sistemindeki Sünni siyasi varlığının giderek zayıflamasına yardımcı oldu. Daha sonra da kendisine bağlı milletvekillerinden oluşan küçük bir meclis bloğu, uzlaşma bahanesiyle muhalefetin yolunda yürümekten kaçınmayı görev bildi!
Özellikle bu noktada oğul Hariri için az da olsa hafifletici sebepler olduğunu düşünüyorum. Bunun nedeni, nesnelliğin “Sünni siyasi varlığı krizi”nin Lübnan arenasıyla sınırlı olmadığını ve ne kadar yüksek mevkide olursa olsun hiçbir siyasetçinin bunun sonuçlarını tek başına üstlenmediğini kabul etmeyi gerektirmesidir. İşin gerçeği, bölgesel Sünni siyasi varlığı tehlikede ve ne kritik öneme sahip seçimlerin eşiğinde olan Türkiye dahil bölge ülkelerinin sınırları içinde, ne de uluslararası siyaset düzeyinde, ufukta bu durumu sona erdirecek pratik yaklaşımların emaresi de bulunmuyor. Aksine uluslararası siyaset düzeyinde, “Sünni” yönetimli devletlerdeki herhangi bir açılma, rasyonalite veya modernleşmenin ciddiyetinin sürekli olarak sorgulanmasına karşılık İran aşırıcılığı hakkındaki otomatik "iyi düşünme" eğiliminin varlığı her gün teyit ediliyor.
Batılı başkentlerin örneğin terörizm konusundaki tavırlarında gözlemlediğimiz ve gözlemlemeye devam ettiğimiz şey de bu. Bir tarafta "müzakere edilebilecek" ve "davranışlarının değiştirilmesi umulan", diğer tarafta askeri harekâtların düzenlenmesini, ülkelerin bombalanmasını ve kötülüklerini engelleme bahanesiyle on binlerce kişinin yerinden edilmesini hak eden başka bir terörizm var.
Batı başkentlerinde tamamlanmamış Irak nükleer tesisine yönelik radikal yaklaşıma benzer birleşik bir yaklaşım olsaydı, İran'ın nükleer dosyası bu şekilde büyümez ve karmaşık hale gelmezdi!
Birleşmiş Milletler'in üç kurucu devletinin egemenliğine el koyan Hizbullah milisleri, Iraklı milisler ve Yemenli Husi milisleri konusunda uluslararası toplum sessiz kalıyor, ancak “DEAŞ” veya “Taliban” (uzlaşıp Afganistan'ın kaderini kendisine teslim etmeden önce) gibi örgütlerle mücadelede hiç gecikmiyor.
Daha sonra bu "çifte standart" politikası Suriye'de doruk noktasına ulaştı. Burada tüm “kırmızı çizgiler” aşıldı, Rakka, Tedmur ve Güney Suriye'de "DEAŞ” şüpheli -ve gerekli- bir zamanlama ile ortaya çıkar çıkmaz kimyasal silah kullanımı ve (bazıları uluslararası terör listesinde yer alan) bölgesel milislerin müdahalesi tamamen unutuldu. Böylece mağdur zanlı, katil de barış ortağı oldu.
Sünni siyasi varlığının zayıflığı talihsiz ve tehlikeli bir gerçek ama daha da tehlikelisi “yasallaşması”, “kurumsallaşması” ve ona teslim olunmasıdır. Bu teslimiyet, birbirini besleyen ve birbirini haklı çıkaran iki bariz aşırılığın ortasında yaşanıyor. Birinci aşırılık, Tahran Mollalarının,  Devrim Muhafızlarının ve Arap bölgesindeki milislerinin aşırılıklarıdır. İkincisi Binyamin Netanyahu'nun iktidarı ele geçirmek için yerleşimci Siyonistlerden güç almasıdır.
Bu nedenle, Tahran ve milislerinin ılımlılığa meyledecekleri konusunda iyimser olmak saçma ve yanıltıcı. Netanyahu hükümetinin askeri bir maceraya atılma ihtimalini dışlamak büyük bir yanlış hesap. Uzak ve yakın herkes, İran ve İsrail arasında - şimdiye kadar - ortak sınırlar olmadığını biliyor ve her iki taraftaki aşırılık yanlılarının kültüründe ortak düşman olarak gördükleri bir insan grubu var, o da biz Araplar. Öte yandan, her iki tarafın realistleri de, aralarındaki birlikte yaşama kapılarının tamamen kapanmadığına inanıyorlar, dahası aralarında Washington'da ve ayrıca ilgili Avrupa başkentlerinde zaten açık kanallar var.
Bunlara Rus ve Türk "oyuncuların", İran-İsrail’in yok sayıcılığıyla yüzleşmeye karşı olmaları ekleniyor. Binaenaleyh tüketimci demagojik tırmandırma, iki egemen gücün aşırılık yanlılarının çıkarınadır ve sadece Arap bölgesindeki iyileşme, istikrar, hoşgörü ve ilerleme şansına zarar verecektir.