Arap Baharı olaylarından sonra çok sayıda siyaset araştırmacısı, ABD’deki prestijli Princeton Üniversitesi’nde Ortadoğu uzmanı olan Britanya asıllı Prof. Bernard Lewis’in meşhur makalesini tekrar gündeme getirdi. Bu makale, 1992 sonbaharında Dış İlişkiler Konseyi tarafından çıkarılan Foreign Affairs dergisinde ilgi çekici ve muğlak “Ortadoğu’yu Yeniden Düşünmek” başlığıyla yayımlanmıştı.
Bu makale, Batı’nın Ortadoğu konusunda en önemli referanslardan biri olarak kabul ettiği deneyimli bir akademisyen tarafından kaleme alındı. Bu akademisyen, mesleki hayatının önemli bir dönemini, özellikle 1941 - 1945 dönemini Britanya İstihbarat Teşkilatı Ortadoğu Birimi’nde geçirdi. Eski ABD Başkanı Jimmy Carter döneminin Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski tarafından yardımına başvurulduğunda da ünü arttı. Lewis, “krizler yayı” politikasının mimarıydı. Bu politika, Sovyetler Birliği’nin güney sınırlarını kuşatmak için radikal İslami grupların unsurlarından büyük bir güç oluşturmaya odaklanıyor ve o zaman Bernard Lewis Planı olarak biliniyordu. İran’daki Humeyni devrimi ve Sovyetlerin Afganistan’ı işgalinden altı ay önce Brzezinski’nin Afganistan’daki mücahitleri destekleme fikrini ortaya atmasından sonra başlayan ve 1979 - 1988 yılları arasında süren Afgan savaşı, Brzezinski-Lewis planının o zamanki sonuçları ve meyveleri arasındadır.
Makaleye dönelim... Lewis bu makalede, tehlikeleri ve tek demokratik modele yönelik tehditleriyle Ortadoğu bölgesini çürütüyor. Burada tek demokratik modelle kastedilen, aynı Batılı değerleri benimseyen İsrail’dir ve bu modelin her yolla korunması gerekir.
Lewis makalesini, İsrail hariç tüm Ortadoğu bölgesinin Lübnanlaşacağı öngörüsüyle bitiriyor. Zira bölge ülkelerinin çoğu yeni ve onun tabiriyle yapay olarak tesis edilmiş, dolayısıyla da tehdit altında ülkelerdir. Lewis’e göre merkezî güç zayıfladığı zaman devlet kurumlarının erimesi ve çökmesi bu ülkelerin kaderi olacaktır. Çünkü bu ülkelerde toplumu bir arada tutacak gerçek bir sivil toplum ve derin ve kucaklayıcı milliyetçilik duygusu yoktur. Tıpkı tam bir kargaşa, bitimsiz bir rekabet, savaşan mezhepler, çekişen aşiretler ve kendi aralarında mücadele eden bölgeleri ve partileri ile Lübnan’da olduğu gibi.
İsrail’de aylardır devam eden ve eşi benzeri görülmemiş boyuttaki büyük gösterilerin tarihî sahneleri ile Savunma Bakanlığı’nın yanında İsrail’in en önemli iki güvenlik gücü olan Mossad ve Şin Bet teşkilatlarının buna eşlik eden uyarıları, İsrail toplumunda büyük bir ayrışmaya ve İsrail ordusu saflarındaki isyana ışık tuttu. Ve tüm bunlar, İsrail’de iç savaşın patlak vermesi yönündeki gerçekçi bir ihtimalin habercisi olmaya başladı.
Deneyimli İsrailli gazeteci Yossi Melman, mevcut durumu detaylı bir şekilde tarif ediyor ve korku ve öngörülerini şu sözlerle açıklıyor:
“İsrail’de, 1789’da Fransa’da, 1917 yılında Rusya’da, 1979’da İran’da ve 1990’da Sovyet bloğunun dağılmasında olduğu gibi bir darbe oluyor. Peki, nasıl sona erecek? Demokrasiye dönüşle mi yoksa diktatörlüğe dönüşle mi? Her halükârda Bibi (Netanyahu) bitti. Gelin bu olayın, diğer tarihî durumlarda olduğu gibi kan dökülmesiyle sonuçlanmaması için temennide bulunalım. Diktatörler; onlardan kurtulan topluluklar ve kendi yakın çevreleri tarafından devrilir.”
Bazı siyaset analistlerine göre Benyamin Netanyahu’nun İsrail’de iktidara ve hükümetin başına dönüşü, ülkedeki yönetimin çirkin bir örneğiydi. İsrail kendisini laik, sivil ve demokratik; yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığı ilkesine saygılı; vatanın çıkarını dinlerden, mezheplerden, bireylerden ve aşiretlerden üstün tutan bir devlet olarak takdim ediyordu. Ta ki Netanyahu iktidara geldi. İşte o zaman yolsuzluğu, komploları ve ayrışmayı yaydı ve böylece İsrail için en tehlikeli tehdit oldu.
İsrail’deki sahnenin alevlenmesi ve bunun yansımalarının yanı sıra en büyük işçi sendikasının ülkeyi felce uğratacak kapsamlı bir grev ilan etmesi, Tel Aviv Havalimanı’nın kapatılması, sonra da aşırı sağcı şahinlerin, destekçilerine “isyancılara” karşı sokağa çıkmayı emretmesi tehdidi, akıllara şu bariz soruyu getiriyor: Acaba Bernard Lewis hayatta olsaydı ne derdi?
İsrail’de bugün yaşananların onun “Lübnanlaşmasının” başlangıcı olduğunu düşünmek abartılı olabilir. Ama şurası kesin ki bu olup bitenler, içerideki durumun kırılganlığını ve siyasi çekişmenin iki tarafı arasındaki büyük uçurumu ortaya çıkardı. Ve yine şurası kesin ki İsrail toplumu için en büyük tehdit, İsrail toplumunun kendisidir.
TT
İsrail’in Lübnanlaşması
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة