Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

Suudi Arabistan ve yenilenmeye hazırlanmak

Vizyon 2030, Suudi Arabistan’da beş yılı aşkın bir süredir neredeyse her hafta yeni birimleri ve alt kolları ortaya çıkan güçlü stratejik kalkınma projesidir.

Vizyon 2030, şu diğer dört kolla ilişkilidir: Radikalizmi yenip dini söylemi yenilemeye çalışmak, çeşitli uluslararası ilişkiler kurmaya çalışmak, farklı bölgesel ilişkiler kurmaya çalışmak ve ortak Arap ulusal ve milli kimliği yeniden kazanmaya çalışmak.

Merak eden bu projedeki herhangi bir halkadan veya koldan başlayıp bunun otomatik olarak kendisini diğer halkalara ve kollara götüreceğini görebilir. Dini alanda düşünce ve yönetimde gösterilen çaba, uluslararası ve bölgesel ilişkilerde ileriye dönük düşünebilmek için elzemdi. Bu, Müslümanların kendi nazarında ve örfi ve kültürel mirasın nezdinde İslam’ın imajına çalınan lekeyi kaldırma çabasıydı. Bu, kültürel alanımıza doğru ‘dünyanın bakış açısını’ değiştirme ve iyiliklerin ortaya çıkması için kötülükleri terk etme anlayışı temelinde dünya ile iletişim kurma eğilimine dönüşen bir yaklaşımdır. Sürdürülebilir kalkınma ve kültürel ve sembolik değerlerinin üretimi için stratejik çaba bile söylemin yenilenmesine yönelik eleştiriyi gerektiriyordu. Müslümanlar olarak bizlerden istenen şey iyiliği emredip kötülükten alıkoymaktır (emr-i bi’l-mâruf, nehy-i ani’l-mûnker). Büyük değerler iyiliği meydana getirir ya da salkımlarını oluşturur. Kur’an-ı Kerim bize, bu değerler temelinde dünyayla buluşmamız gerektiğini söyler. Biz, bu değerlerin örflerini ve uzlaşılarını tek başımıza belirleme iddiasında değiliz. İşte ‘iyiliğin’ mantığı budur, yani iyilik kapsamlı ve küresel bir şeydir. Kur’an-ı Kerim, birbirini tanıyarak küresel iyiliğin yanında durmayı emrettiği gibi, bunu iletişimsel diyalog kurup değer ve insani intisap açısından rekabet ederek gerçekleştirmenin yollarından da bahsetmektedir. Zira Kur’an’da “Öyleyse hayırlarda yarışınız” ayeti (Bakara Suresi 2/148) geçmektedir. Bu da şunu gerektirir: Kötülükleri bırakmak veya diğer bir deyişle radikalizmle mücadeleye ve halk arasında ve dünya ile ilişkilerde söylemi yenilemeye zemin hazırlamak. Çünkü biz ne dünyadan korkmayı ne de dünyanın bizden korkmasını istiyoruz; bilakis dünya barışının, güvenliğinin ve kalkınmasının bir parçası olmak istiyoruz. Sadece onaylamakla yetinmeyip, hayırlar yoluna ya da küresel ve insani kamu yararına ortak da olmak istiyoruz.

Dünyaya yönelirken veya katılımını talep ederken, iki aksiyom vardı: yeteneklerimizin ve kabiliyetlerimizin farkında olmak ve bunları gerçekten değerlendirmek. Diğer bir aksiyom ise, tükenmeyi kabullenmeye, ödünç alınmış güvenliğe sevinmeye ve küresel sahnede başkalarının güvenlik ve stratejik dosyalarda ceplerinde bizim durumumuzu taşımaktan zevk almalarına alışmış bazı kişileri kızdırsa da bağımlılığa ve boyun eğmeye son vermekti. Bu gibi eski ve klasik düşünceler, iradenin ve bilincin varlığı ve tam zamanında hareket edip doğru yoldan sapmadan doğru ve gerçekçi değerlendirme sayesinde arkamızda kaldı.

G20’ye başkanlık etme sırası Suudi Arabistan’a geldiğinde dünya yeni tip koronavirüs (Kovid-19) bataklığına batmış durumdaydı. Riyad, tüm dünyaya ve özellikle de yoksullara karşı liderlik ve inisiyatifi ele almaya devam etti. Öyle ki, G20’nin önceki yılları, Suudi Arabistan’ın başkanlık ettiği dönemde olduğu kadar barışı ve iş birliğini yaymaya yönelik azimli çabalara tanık olmamıştır. Herkes dosttur. Çatışmadan ve kutuplaşmadan çıkarları koruma ve iş birliği içinde bunları geliştirme dengesi vardır.

Malik bin Nebi’nin “sömürülmeye yatkın olma” halimize ve baskı ve acziyet duygularına boyun eğmemize ilişkin görüşü ortadan kalktı veya kalkmak üzere. Bize gelene biz de gideriz. Seçim bizim elimizde olur. Bizi kendi benliğimiz ve çıkarlarımız konusunda kim kandırmak isterse istesin, kargaşa ve soyutlanmaktan korkmuyoruz.

Belki de bu taraf için en iyisi bölgesel iş birliğidir. En zor meseleler bizde. Çünkü bizi zayıf görüp bize saldırmak isteyen çeşitli bölgesel güçlerin iç işlerimize karışmasıyla 20 yılı aşkın bir süredir acılara ve tükenmişliklere tanık olduk. Bahaneleri hep aynıydı: Topraklarımıza giren büyük güçleri bu şekilde savuşturuyor, bizim için ne bir kötülük ne de bir fenalık istiyorlardı. Suç, bizim maruz kalmamızı istemedikleri teslimiyeti onlara gösteren bizlerdeydi!

Hatta içlerinden bir tanesi değil bazıları, bizim yerimize Filistin bayrağını taşıdılar. Zayıfları bulup onları manipüle ettiler ve davalarının içini boşaltarak onları sadece kullandılar. Bu şekilde, Filistin meselesi sadece zarar görmedi, aynı zamanda birçok Arap ülkesinde şu ya da bu tarafa bağlı milisler ortaya çıktı. Krallık, bir cesaret ve inisiyatif döneminde şöyle dedi: Gelin, oradan oraya geçen bu çatışmaların arkasındaki gerçek çıkarları ve büyük uluslararası güçlerle ilişkilerde yaşadıklarımızdan daha fazla acı çektiğimiz yıpranmaları tartışalım. Kentleşmeyi yok edip insanları öldürerek ya da yerinden ederek boyun eğdirme, büyüklük taslama ve sömürme alışkanlığı nedeniyle yeni politikalar hızlı ve ılımlı bir yanıt alamadı. Üç dört taraf bu sefer meselenin ciddi olduğunu anlayınca gerçek ve ortak çıkarlar üzerinde müzakerelere razı oldular. Shakespeare’in dediği gibi ‘kısasa kısas’ bağlamında iki ya da üç anlaşma yapıldı. Bunları kabul etmeyen veya yanıtsız bırakan tarafın çıkarına gelecek zarar tahmin edemeyeceği kadar büyük (!) Daha bu tecrübenin başındayız ve tüm etkileri henüz ortaya çıkmadı. Ancak artık herkes karada ve denizde çıkarları ve iyi komşuluğu korumak için Arap girişiminden vazgeçemiyor.

Bence bu Arap girişiminin politikalarının dördüncü kolu en zor olanıydı ve hala da öyle. On yıllardır askeri rejimlerin hüküm sürdüğü bazı Arap ülkeleri var. Çıkan ihtilaflarla parçalandılar. Eşkıyalar veya silahlı çeteler şeklinde milisler ortaya çıktı ya da bu, komşu ülkelerin ve uzak dünyanın desteğiyle oldu. Bugün tehdit edilen şey ulusal ve milli kimliktir ve bu varoluşsal bir tehdittir. Devletten korkan bütün bu ülkelerde devlet için endişe edilmeye başlandı. Bu tür serkeş rejimler, iç güçlerle yönetimi paylaşmayı kabul etmezler ve her halükârda kendi halkları pahasına ve iktidarlarının onlarca yıl ayakta kalması için dış güçlere yakınlaşmayı tercih ederler. Farklı isimler ve çıkarlar altında milislerin devleşmesinin ardından vatan bölünmüş mü bölünmemiş mi önemli olmaz. Amerikan sağını, bazı kesimlerinin kültürel çatışmanın ekonomik ve siyasi çatışmadan önce geldiğini iddia etmesinden ötürü sert bir şekilde eleştiriyorduk. ABD’lilere ve diğerlerine şöyle söylüyorduk: Bu iddia, acziyet ve umutsuzluk karşısında zevahiri kurtarma çabasından başka bir şey değildir. Suudi Arabistan krizde olan taraflarla iletişim kurdu ve istikrar, toprak bütünlüğü, halk birliği, ulusal kimliğin geri kazanılması ve göç ve şiddet sorunlarıyla mücadele konularında bir inisiyatif ortaya koydu. Tabi hükümranlık, kutuplaşma ve emrivakiye boyun eğme gibi iç içe geçmiş sorunlar yüzünden hala işin başındayız.

Bu, Suudi Arabistan’ın ulusal ve milli girişimidir. Yeniyi karşılamayı ve hatta tüm Arapların yararına bunu oluşturup biçimlendirmeyi amaçlayan bir girişimdir.

Sorunlar, içine su konulan ‘bileşik kaplar’ gibidir; sadece suyun sızmasına izin veren taraf değil, herkes sorunların yarattığı tehlikeler nedeniyle eşit derecede tehdit altında olur.

Almanya Dışişleri Bakanı’nın Suudi Arabistan Krallığı’nın yapıcı girişimlerine ilişkin açıklamalarını hepimiz okumuşuzdur.

Kral 2. Abdullah’ın bu ay Cidde’de düzenlenen Arap Birliği Zirvesi Konferansı’ndaki büyük umutlarına ilişkin açıklamasını da okumuşuzdur. Bütün bunlar, Riyad’ın yapılandırmaya yönelik değişim politikalarının bir sonucudur.

Kulak verin ey Araplar!