İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

İngiltere’nin Muhafazakarları nereye gidiyor?

Avrupa'da Alman Nazi ve İtalyan faşist ekseninin yenilgisine tanık olan İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Batı demokrasileri birbirinden uzak dönemlerdeki sınırlı nöbetler dışında “içeriden” bir tehdide maruz kalmadılar. İspanya'da Francisco Franco'nun, Portekiz'de Antonio Salazar'ın daha sonra demokratik dalga karşısında devrilen “diktatörlüklerini” dışarıda bırakırsak, Batı Avrupa'nın diktatör rejimlerden -en azından- uzak durduğu söylenebilir.

Ancak bu gerçeklik, olayların da kanıtladığı gibi, artık diktatörlüğün dönüşüne karşı "bağışıklığın" garantili veya uzun süreli olduğu anlamına gelmiyor. Atlantik'in diğer yakasında buna önemli bir örnek var; ABD'deki siyasi sistem, mükemmel bir temsili demokrasi üzerine inşa edildi. Amerikan liderler hatalarından ders aldılar, uygulamalarını geliştirdiler ve "kuvvetler ayrılığı", "denetim ve denge" ve "sayısal ve ekseriyetli çoğulculuğun örtüşmesi" kavramlarını pekiştirdiler. Ancak buna rağmen ABD, dizginsiz aşırılıkçılığa karşı "dirençli" kalamadı.

Öncelikle, "merkezi otorite" savunucuları ile "eyaletlerin haklarını" savunan federalistlerin bir arada yaşamasını amaçlayan anlaşmalara ve pazarlıklara rağmen, 1861-1865 yılları arasında Amerikan İç Savaşı yaşandı. Bundan sonra ABD, Avrupa ve Japonya'daki diktatörlükleri yenmesine rağmen, çok geçmeden "McCarthy" döneminin oluşturduğu, kamu özgürlüklerini ve hukukun üstünlüğünü neredeyse yerle bir eden farklı türden bir "diktatörlük" dönemi yaşadı.

Aynı şekilde, Başkan Franklin Roosevelt yönetiminin, “Büyük Buhran” şokundan sonra, (1933 ile 1939 yılları arasında) “New Deal” aracılığıyla Amerikalılar için bir sosyal güvenlik ağı sağlamadaki başarısına rağmen, ülke, özellikle Ronald Reagan yönetimi sırasında sosyal güvenlik ağının ciddi şekilde tehdit edildiği birkaç dönem yaşadı.

Son olarak, ABD bir “göçmenler ülkesi” olmasına rağmen, Afrika kökenli insanların “medeni hakları”, kara yoluyla Meksika sınırından, deniz yoluyla Karayip Denizi ve Meksika Körfezi'nden gelen “göçmen akımı” konuları, serbest ekonomiye, demografik çeşitliliğe, büyüme oranlarındaki eşitsizliklere, yatırımlara ve kültürel çoğulculuğa dayalı devasa bir ülkede istikrarın kırılganlığını geçmişte ve günümüzde kanıtladılar.

Gerçek şu ki, nüfus bakımından ikinci ve üçüncü en büyük sınır eyaletleri olan Teksas ve Florida göçmenleri en çok çeken ve bugün en sağcı ve göç düşmanı olan iki eyalet. Aşırı Cumhuriyetçi sağ, politikalarını dayatmakta ve konumunu sağlamlaştırmakta bu iki eyaletin oylarına güveniyor.

Amerikan aşırı sağının politikaları İngiltere'ye iki dalga halinde ulaştı: İlki, yetmişlerin sonu ile doksanların ortaları arasındaki "Reagan-Thatcher dönemi"ydi. İkincisi, bugüne kadar devam eden “Trump-Brexit dönemi”. İlk dönemde, Avustralya doğumlu zengin yayıncı Rupert Murdoch'un medyası, (aşırılık yanlısı Hristiyan köktendinci Amerikan "ahlaki çoğunluk" hareketi tarafından desteklenen) Reagancı Amerikan sağının İngiltere içinde desteklenmesinde çok önemli bir rol oynadı. Thatcher ve Alfred Sherman, Roger Scruton ve Norman Stone'un da aralarında bulunduğu bir grup yardımcısı ve danışmanı da bunu onayladı. O günlerde The Times gazetesi, ılımlı akım ("Tek Millet" muhafazakarları) ile Avrupalı ​​ve uzlaşmacı yönelimlere sahip pragmatik muhafazakarlara karşı İngiliz muhafazakarları arasında Reaganizm'in sesi oldu. Bu dönem, ılımlılar ve pragmatistlerden oluşan koalisyon Thatcher yönetimini sona erdirmeyi ve alternatif olarak bir konsensüs lideri olan John Major'ı seçmeyi, Muhafazakarları 4 yıl daha iktidarda tutmayı başarana kadar devam etti.

Halihazırda yaşanan ikinci dalgada Amerikan-Trumpçı derinlik, bu kez Thatcher döneminin sağcı politikalarına ilgi duyan ve muhafazakar ılımlı hareketin 1997'de İşçi Partisi'nin yeniden iktidara gelmesini engelleyemediğini düşünen genç kuşak aracılığıyla köklü İngiliz partisi içindeki güç dengesini etkiledi. Bilindiği gibi, içinde yüksek oranda göçmen kökenlileri içeren bu aşırı sağcı kuşak, Jeremy Corbyn ile solcuların İşçi Partisi’nin liderliğine geri dönmesinden yararlandı. Avrupa Birliği’nden çıkmak ve göçmenlere yönelik şiddetli düşmanlık, muhafazakar sağın önceliklerinin ön saflarında yer alırken, diğer tarafta, İşçi Partisi içindeki radikal Corbyn destekçileri arasında da benzer bir Avrupa karşıtı tavır vardı. Ardından, dolaylı olarak göçe ve göçmenlere düşman olan çıkış (Brexit), Muhafazakar Parti'nin kontrolünü yeniden ele geçirerek ılımlıları deviren Thatchercı sağa paha biçilmez bir ek destek sağladı.

Ancak bugün yeni olan, özellikle tanınmış Amerikan gruplarının parmak izlerini taşıyan Ulusal Muhafazakarlar Konferansı sırasında, mevcut hükümetteki bakanların bile bu dili benimsemeleri.

Bu konferans ve konuşmacıların konuşmaları ile ortaya çıkan eğilimler, partinin yönelimlerinde ve örgütlenmesinde marjinal bir akım olanların parti içindeki en güçlü akım haline geldiğine işaret ediyor. Siyasi söylemlerinin, örneğin İtalya, Fransa ve Macaristan'daki aşırı sağcı güçlerin ister göçmenlerin oluşturduğu “demografik tehdit”, ister Hristiyanlar ve beyaz ırk arasında doğum oranlarındaki düşüş açısından dile getirdikleri her şeyi dillendirmekten, hatta göçü "Marksist küresel bir komplo" ile ilişkilendirmekten artık çekinmediğini gösteriyor.

Thatcher'ın iktidarı sırasında, bu tür yarı ırkçı söylemler yalnızca bazı ateşli muhafazakar gençlerden duyulurdu, parti liderliği ise bunları benimsemeyi reddederdi. Bugün "Ulusal Muhafazakarlar" Konferansı, Hindu bir göçmen ailenin oğlunun başkanlık ettiği ve en önemli bakanlıklarının başında göçmen ailelerin göçmen düşmanı çocuklarının bulunduğu hükümetin iki bakanın katılımıyla yapılıyor. Bu bakanlardan biri İçişleri Bakanı Suella Braverman'dı ve görevi gereği göç ve ırkçılıkla mücadele dosyalarından sorumlu olan bu bakanın kendisi de Hint kökenli göçmen bir Budist ve yine göçmen kökenli bir Yahudi ile evli!