Yusuf Deyni
Suudi yazar
TT

Kimlik ve ekonomi sorunu: Türkiye’deki seçimlere dair bir okuma

Türkiyeli seçmenler kararlarını verdi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan yüzde 52,18 ile üçüncü dönemi kazandı. 2028’e kadar olan bu dönem Erdoğan’ın anayasaya göre son dönemi.

Türkiye ekonomisine ve liranın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın peş peşe yaşanan krizlerden sonra seçimleri kaybetmesini öngörecek seviyelere düşmesine dair önceki hoşnutsuzluk halini yansıtmayan sonuca ilişkin paradoksa bakıldığında, bugün bu seçimlerden bir olay olarak bahsetmek mümkün değil. Yaşananlar, ekonominin ve kalkınmanın seçim sandıklarını etkilememesi için ideolojilere ve ütopik sloganlara dayanan partilerin esnekliğini açıkça gösterdi. Halbuki bu ideolojiler ve sloganlar, olumsuz bir etkide bulunabilir ki zafer ilanıyla birlikte Türk lirasının dolar karşısında 20.05’e gerilemesi de buna bir örnek.

Günümüzde seçim mücadelelerinin çoğu, sahada verilmiyor. Nitekim dijital seçim propagandasının alanı genişledi. Gayri resmi medya kontrolünün yanı sıra, özellikle demokratik rekabetin bir seçmen tercihi değil de hak-batıl meselesi olarak pazarlanmasında etkili yabancı arkadaşların yardımına başvurulmasından şikâyet etmek de mümkün değil. Bu da bizi yeniden halkın kimlik ve göçmenler üzerine çekişmelere değil, vaatlere dayalı bile olsa ekonomi dosyası ve kurumların iyileştirilmesi gibi seçim programları arasında bir tercihte bulunması beklenen “sandık demokrasisi” şeklindeki demokrasi biçimine ilişkin gerçek bir krize götürüyor. Bu demek oluyor ki her bir siyasi tecrübe, kendi bağlamında okunmalı. Ya da siyasi literatürde seçmen davranışı ikilemi olarak bilinen şey ve bunun kimlik ile bölgesel, dinî ve ideolojik aidiyetler arasındaki eğilimleri ve bu ikisinin siyasi bağlılığa etkisini okumak gerek. Zira siyasi bağlılık söz konusu olduğunda seçmen tabanını korumak, gelecek için değil de kişi için duyulan korkudan öte bir şey gerektirmiyor. Bu noktada ikinci bir paradoks da şu: Adalet ve Kalkınma Partisi, sendeleyen ekonomi ve yıkıcı depremin etkilerinin ardından ekonomi ve gelecek sorunundan bir kurtarıcı olarak ortaya çıktı. Ecevit’in koalisyon hükümeti, durumu kurtarmada başarısız olunca 2002’de kimlik sorunu ve sloganlar yüzünden değil, ekonomi sorununa ve istikrar arayışına ekipler ve hatta İşçi Partisi gibi rakiplerle ateşkes yaparak cevap bulmak suretiyle AKP yıldızı belirmiş ve 2010 yılında Batı tezleri için bile etkileyici büyüme oranlarıyla zirveye ulaşmıştı.

Bu yükselişten sonra durum öyle devam etmedi, çünkü parti, ekonomi sorununu bir kenara bırakarak kimlik sorununu pekiştiren ve sloganların istekleriyle halkçılık parıltılarına karşılık veren ekonomik uygulamalarda bulunmaya çalıştı. Sonuç ise faiz oranlarında önemli bir artış oldu. Sonra deprem gelerek ekonomik uçurumu büyük ölçüde derinleştirdi ve krizlerle mücadeleden duyulan memnuniyetsizlik seçmen coğrafyasında açıkça görüldü.

Bugün Batılılar, özellikle de araştırma merkezleri ile düşünce ve analiz kuruluşları durumu değerlendirirken, ekonomik dosya ve kriz yönetimi düzeyinde yaşanan büyük sıkıntılara rağmen küçük bir farkla da olsa elde edilen bu zaferi sorguluyor. Foreign Policy’nin başyazısı, Clinton kampanyasının strateji danışmanı James Carville’in meşhur “Mesele ekonomi, seni aptal” sözünü sorgulamış. Bu söz daha sonra ekonominin teorilerden sloganlara kadar olan şeyler haricindeki etkisini doğrulayan makale, kitap ve araştırma başlıklarına dönüşmüştü. Araştırmaya göre bu söz, siyasi üst yapılar da dahil olmak üzere tüm üst yapıları oluşturan alt yapıya dair Marksist analizin büyük ölçüde indirgenmesine dayalı basit bir yorumdur.

Bugün seçmenlerin bilhassa ekonomik açıdan en karanlık zamanlardaki davranışlarını sloganlar ve kimlik dosyası ışığında okuma çabasına yönelik büyük eğilimler söz konusu. Burada önde gelen Fransız tarihçi ve siyaset felsefecisi Marcel Gauchet’in “Demokraside Din” adlı önemli kitabında ortaya attığı oldukça önemli tezi incelenebilir. Tarihçi bu tezinde, kimlik meselesiyle dinî sloganları ve bunların siyasi bağlamla olan ilişkisini eski zamanlarda Yunanlarla başlayan ve Avrupa’nın aydınlanma çağlarında bile ortadan kalkmayıp, din ve kimliğe dayalı referansın yerini ideolojinin aldığı bir sorun olarak tartışıyor. Ona göre siyasi durumu sloganlardan uzak ve kamu yararı ilkesine dayalı olarak sivilleştirme ve kurumsallaştırma süreçleri başarılı olamadı. Bu arada bu sivilleştirme ve kurumsallaştırma yaklaşımının başta Makasıdcılar (makasıd-ı şeria savunucuları) olmak üzere erken dönem fakihlerimiz arasında da oldukça önemli kökleri vardır. Bugün demokrasi biçimlerinde eksik olan şey budur. Bu eksikliğin sebebi ise Fransız tecrübesi ya da Rousseau’nun “mutlak egemenlik” ve Gauchet’in “demokratik tarafsızlık” olarak tarif ettiği şey dışındaki bağlamlarda sivil, siyasi, dinî ve kültürel alan arasında ayrım yapmanın neredeyse imkânsız oluşudur.

Bu ve diğer pek çok tezin doğruladığı üzere bugün biz kimlikler çağında yaşıyoruz. Gauchet’e göre bireyler ve toplumsal alanlar arasında sadece küçük kimliklerin ittifakıyla birleşen bağlar vardır ve bunlar, ille de siyaset ve seçimlerde çoğulculuğun ya da kimlikler demokrasisinin bir ifadesi olmak zorunda değildir. 

Siyasi rejimi ne olursa olsun herhangi bir ülke kapitalizm ve tarihî kimliğe dayanma arasında gidip gelen melez sistemde seçmen taraftarlığına dayalı kotaya değil de vatandaşa, alt yapıya ve kurumlara yatırım yapmadığında, küçük ve alt kimliklerin patlaması sorunu yaşanır. Bu bağlamda bugün Türkiye’deki sonuçlar da öngörülen sonuçlardı.

Bugün bölgenin ihtiyaç duyduğu model, yükselen Suudi tecrübesinde aranıyor. Bu tecrübede vizyon, devletin mevzuat ve kurumlarının yapısıyla bütünleştiriliyor, vatandaşa yatırım yapılıyor ve kimlikle kültür, ekonomik yapısı ve performansıyla bağlantılı kültürel sermayelere dönüştürülüyor. Ayrıca en çok önem verilen meseleler de hesap verebilirlik, şeffaflık, kamu malının israfı ve yolsuzlukla mücadeledir. Küçük kimlikler de ana kimlik, yani “vatandaşlık” mecrasına akıtılan rekabetçi cazibe aktörlerine dönüştürülüyor.