Muhammed Ali Sekkaf
Yemenli yazar
TT

Suudi Arabistan’ın jeo-ekonomik” rotası

“Bölgesel ve uluslararası siyasette Riyad” başlıklı son yazımızda, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad'ın bir haftalık süreçte tanık olduğu, Doğulu ve Batılı çeşitli lider ve yetkilinin ziyaretlerine ek olarak, Suudi Arabistan'ın bölgesel ve uluslararası alanda büyüyen “jeopolitik” rolünün önemini yansıtan çeşitli bölgesel ve uluslararası zirvelerin düzenlenmesini kapsayan ziyaret maratonunu ele almıştık. Bu hadiselerin ve delegasyonların yoğun akışına, sadece Çin Devlet Başkanı Şi Jinping ile görüşmek üzere birkaç Avrupalı ​​lider dahil Çin başkentini ziyaret eden kişilerin ve delegasyonların yoğunluğu yaklaşabildi. Çin’de Devlet Başkanı Şi ile yapılan görüşmelerin tek amacı, Ukrayna-Rus çatışması arka planında bazı ziyaretçilerin Başkan Şi'yi dostu Başkan Putin'i etkilemeye, Ukrayna'ya karşı savaşın sürmesinde sert olduğunu düşündükleri pozisyonlarında biraz esneklik göstermesi için ikna etmeye çalışması değildi. Aynı zamanda Çin'deki ulusal çıkarlarını güvence altına almak için çabalamayı da amaçlıyordu. Almanya Başbakanı Olaf Scholz ve daha sonra Dışişleri Bakanının ziyareti ile Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen eşliğindeki ziyareti, bu ziyaretlerin iki örneğiydi. Özetle Çin’in Avrupa Birliği ülkeleriyle siyasi ve ekonomik ilişkileri onu ABD'den sonra ikinci sıraya yerleştiriyor.

Bir önceki yazımızda ağırlıklı olarak Suudi Arabistan Krallığı'nın dış ilişkilerinin “jeopolitik” boyutunu ele almıştık. Bu yazıda “jeo-ekonomik” boyutuna ve bu boyutun ne ölçüde “jeopolitik”in bir uzantısı olarak görüldüğüne, yoksa ondan ayrı bir kavram mı sayıldığına odaklanacağız.

21. yüzyılda uluslararası ilişkilerde çatışma ve iş birliği kalıpları, coğrafya ve kaynak hesaplarının devletlerin siyasi ve stratejik hedefleriyle yakınlaştığını ve birbirine bağlandığını gösterdi. Ekonomik gücün kullanımını, stratejik hedeflere ulaşmanın araçlarından biri olarak görmek mümkündür. Bunun bir yolu arz ve talep zincirlerini, kalkınma yardımlarını ve hatta ekonomik yaptırımları kontrol etmek iken, diğeri yatırımlar, ticaret, kaynakları güvence altına alma vb. ekonomik-stratejik hedeflere ulaşmak için onu kendi başına bir amaç olarak kullanmaya çalışmaktır.

Suudi Arabistan liderliği bu faktör ve unsurların ayrımında. Nitekim Suudi Arabistan devlet televizyonunun 2021 Nisan'ının sonlarında kendisi ile yaptığı röportajda, “Suudi Arabistan 2030 Vizyonu” hakkında konuşurken Veliaht Prens Muhammed bin Selman, Suudi Arabistan petrol politikasından bahsederek, petrol dışı gelir kaynaklarını çeşitlendirme eğiliminin petrolün önemini azaltmak ve petrol kaynaklarından bir an önce vazgeçmek anlamına gelmediğini açıkça belirtti. Suudi Arabistan’ın bunun aksine petrokimya ve diğer imalat sanayileri alanında petrolden azami düzeyde yararlanmaya çalıştığını ve Krallığın buna ilgi göstermesinin, dünya petrol rezervlerinin dörtte birine sahip olduğu petrolden vazgeçeceği anlamına gelmediğini ifade etti. Veliaht Prens, petrol üreticisi ülkeler ile büyük sanayileşmiş ülkeler arasındaki ilişkiler dengesini etkileyebildiği geçmişte olduğu gibi, Ortadoğu ülkelerinin petrolüne bağımlılık ve ihtiyaç çağının artık sona erdiğini öne sürenlerin iddialarını yalanladı. Prens Muhammed bin Selman, uzmanların bazı analizlerine göre petrol talebinin 2030 yılına kadar devam edeceğini ve 2030'dan itibaren 2070'e kadar kademeli bir düşüşün başlayacağını belirtti. Öte yandan aynı dönemde petrol arzı çok daha azalacak ve rezervlerinin büyüklüğü ile arz ve talep arasındaki farkı telafi eden Suudi Arabistan olacak. Başka bir deyişle, bu, Suudi Arabistan’a ve petrol rezervlerine sahip diğer petrol üreticisi ülkelere, süper güçlerle ilişkilerini dengelemek için araçlar sağlayacak. Aslında Ukrayna-Rusya krizi ve sadece petrol arzı değil, aynı zamanda yüksek petrol fiyatları nedeniyle ülkelerin petrol gelirlerindeki somut artış düzeyindeki yansımaları da bunu gösterdi.  Böylece Krallık, iki amaca aynı anda ulaştı. Birincisi, uluslararası ilişkilerinde, özellikle de ABD ve genel olarak Batı ile olan ilişkilerinde, petrolden “jeopolitik” olarak yararlandı. Ama bu,  petrolün İsrail'e karşı savaşta askeri operasyonların yanında bir baskı aracı olarak kullanıldığı Ekim 1973 savaşı döneminden farklı bir şekilde gerçekleşti. İkincisi, artan petrol gelirleri, Vizyon 2030 için gerekli kaynakların güvence altına alınmasını ve “jeo-ekonomik” hedeflerinin ve kapsamının genişletilmesini, Suudi Arabistan’ın uluslararası ilişkilerde petrolün statüsünün gerileyeceği döneme hazırlanmasını sağladı.

Buradan hareketle Suudi Arabistan, bölgesel düzeyde, askıda olan “çatışmaları sıfırlama” adı verilen yöntemle coğrafi bölgesindeki stratejik konumlandırmasına başladı. Bu kapsamda İran ile hedeflerinden biri de birçok kaynağı tüketen Yemen krizini çözmek olan Pekin mutabakatını imzaladı. Zira Yemen krizinin çözülmesiyle ekonomik fayda sağlanacak ve ("NEOM" ekonomi bölgesi ve Riyad "Expo 2030") başta olmak üzere yatırım projelerinin uygulanması mümkün olacak. Bunun için de bölgede güvenlik, asayiş ve istikrarın yanı sıra Babul Mendeb, Umman Denizi ve Hint Okyanusu'ndan Hürmüz Boğazı'na kadar bölgede seyrüsefer özgürlüğünün güvence altına alınması gerekiyor. Daha geniş ölçekte, Suudi Arabistan G20 üyesi olduktan sonra, katılmak için “Şanghay” ve “BRICS” gruplarına yöneldi. Bu adım, Krallığın dünyadaki en önemli ve etkili uluslararası ekonomik ve finansal kuruluşlarda var olma, iddialı hedeflerine ulaşmak ve ne bölgede ne de dünyada baypas edilemeyecek bölgesel bir güç olarak yükselişini sağlamak için jeopolitik ve jeo-ekonomik meseleleri yakınlaştırma gayretini temsil ediyor.