Zor soruların kolay cevaplandığı bir çağda, artık Avrupa'nın "en güçlü seçmeninin" kimliği hakkında hiçbir şüphe yok.
O seçmen korkudur. Öncelikle göçle ilişkili gelecek korkusudur.
Nael adlı gencin öldürülmesinin Fransa'nın şehirlerini ve banliyölerini ateşe vermesinden birkaç gün sonra, dün, göçmenlik meselesi Hollanda hükümetini de düşürdü. Hollanda'daki koalisyon hükümetinin Başkanı Mark Rutte, koalisyon partileri arasında göçmenlerin aile birleşimi başvurusu için kabul edilebilir sınırlamalar konusunda çıkan anlaşmazlığın ardından hükümetinin (merkez sağ) istifasını sundu. Ardından yeni genel seçim çağrısında bulundu.
Hollandalı partiler, özellikle de ılımlı muhafazakar ve liberal partiler, göç düşmanı ve özellikle Müslümanlardan nefret eden Geert Wilders liderliğindeki aşırı sağ popülizmine temkinli yaklaşıyor ve endişeyle bakıyorlar. Gerçekten de, Hollanda'da ve başka yerlerde, bilinçli Avrupa demokratik güçlerinin nihai hedefi, yalnızca muhafazakar sağa değil, aynı zamanda ırkçı sağa ve neo-faşizme doğru kaymayı durdurmak oldu. Bu nedenle söz konusu güçler, bir yandan insani ve etik ilkeler arasında bir tür hassas “denge” kurmaya çalışırken, diğer yandan ırkçılara göç korkusunu “beslemelerine” ve “yabancıları” şeytanlaştırma çabalarını hızlandırmalarına yardımcı olacak pratik gerekçeler sunmaktan kaçınıyorlar.
Bu sütunda daha önce, ırkçı ve faşist sağın birçok ülkede ve birden fazla kıtada yüzünü gösterdiği için meselenin artık Batı Avrupa ile sınırlı olmadığını belirtmiştim. Bazı ülkelerde bu sağ, anlamı geniş “sağ” çatısı altında güç denkleminde temel bir figüre dönüşmeyi başardı. Diğer ülkelerde ise iktidarı ele geçirmek için geleneksel ılımlı sağdan güç almaya dahi ihtiyacı kalmadı. Avrupa'nın içinde ve dışında birçok ülkede bunun olduğunu görüyoruz. Gerçekten de, birkaç yıl önce çoğumuza sadece "marjinal istisnai durumlar" gibi görünen olguları, bugün bir arada yaşama ve demokrasiye yönelik varoluşsal bir meydan okuma olarak görüyoruz.
Sadece bir hatırlatma; İtalya'da 1945'te “faşist” Benito Mussolini'nin devrilmesinden sonra ilk kez ülke İtalya’nın Kardeşleri Partisi lideri ve Başbakan Georgia Meloni ile müttefiki, Başbakan Yardımcısı Matteo Salvini aracılığıyla “neo-faşistler” tarafından yönetiliyor.
Engizisyon ve ardından General Francisco Franco ve faşizm ile Nazizm'e sempati duyan sağcı tugaylarının ülkesi İspanya'da, Frankoculuğun mirasçısı olan sağcı Halk Partisi, kendisini "Vox" Hareketinin faşistleriyle yeni bir hükümette ittifak içinde bulabildi. Popülerciler ile ortaklaşa bir şekilde Vox, Mayıs ayı sonlarındaki seçimde bir dizi İspanyol şehrini kazandı. Anketler, onun bu ayın 23'ünde yapılması planlanan erken seçimlerde de iyi bir performans göstereceğini tahmin ediyor
Yakın gelecekte Almanya'da, özellikle de "Berlin Duvarı"nın yıkılmasından önce Doğu Komünist "Alman Demokratik Cumhuriyeti"ni oluşturan doğu eyaletlerinde de durum pek farklı olmayabilir. Zira özellikle bu eyaletlerde, göçmen karşıtı aşırı sağ, (Stasi gizli servisi döneminde) on yıllardır totaliter yönetim ile “polis devleti” arasındaki sağlıksız evlilikten ve diyalog, hoşgörü ve demokrasi kültürünün kırılganlığından etkilenen bir toplumda en belirgin güç haline geldi.
Sağcı milliyetçi aşırıcılık virüsünün, eski Varşova Paktı'nın diğer iki ülkesine, yani Macaristan ve Polonya'ya da başarılı bir şekilde yayıldığı biliniyor. İki ülkeyi de aşırı ve fanatik sağcılar yönetiyor, dahası aşırı sağcıların önde gideni Macar lider Viktor Orban bugün Avrupa'nın en uzun süre görev yapan hükümetinin başbakanı.
Öte yandan, açılım ve bütünleşmeye düşman bu “içe kapanmanın” tırmanışına karşı, çok yönlü bir “direniş”in olduğunu görüyoruz.
İspanya, Almanya ve ABD örneğinde olduğu gibi, bu direniş bazı ülkelerde merkez ve sol bloklar arasında geniş ittifaklar şeklini alıyor. Bir diğer direniş türü, Hindistan'da olduğu gibi, aşırı sağın demokratik olmayan uygulamalarını yargı kurumları aracılığıyla kontrol altına almaya çalışıyor. Bir diğeri, İngiltere’deki Muhafazakarlar örneğinde olduğu gibi, aşırılık yanlılarının yönetimdeki kötü deneyimleri nedeniyle kan kaybetmelerinin ardından bölünmeleri üzerine bahse giriyor.
Ancak Fransa'da gördüğümüz direniş, dışarıdakiler tarafından beyhude görülmeye daha yakın. Zira Fransa’da Ilımlı solun tabanı şiddet yanlısı solun popülizmi lehine gerilerken, göçmen topluluklarının umutsuzluğuna ve hüsranına bahis oynayan aşırı sağın momentumu karşısında ılımlı sağın korkaklığı artıyor. Son iki haftadaki olaylardan, bazı sağcıların - ve özellikle güvenlik servislerine sızmış olanların – bu hayal kırıklığını kullanmak ve baskıyı haklı çıkarmak için her yolu denediği, herhangi bir problemi bir soruna dönüştürmekten çekinmediği fark ediliyor.
Buna karşılık şiddet yanlısı -ve demagojik- sol, Emmanuel Macron'un "ilkesizliği", geleneksel sosyalist sokaktaki boşluk, komünistlerin neredeyse tamamen çöküşü pahasına marjinalleştirilmişler arasındaki popülaritesini artırmaya çalışıyor.
Fransa'da ve başka yerlerde -ABD'de polis şiddetinin kurbanı siyahi George Floyd olayında yaşananların gösterdiği gibi- aşırılık çoğalıyor ve aşırı sağcılık, karşılık olarak aşırı solculuğu doğuruyor. Aynı şekilde solcu aşırılık da aşırı sağcılığı doğuruyor. Bu durum elbette sadece bir arada yaşamayı değil istikrarı da zedeliyor.
Dahası rakamlar yalan söylemez. Kaydedildiği üzere beyaz Batı toplumlarında nüfus artışı yavaş. Başta Almanya, İtalya, Romanya, Yunanistan ve Macaristan olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde 2020-2050 yılları arasında nüfus sayısında düşüş gözlemleniyor. Bu düşüşün karşısında ise, çoğu mülteci ve göçmenin geldiği büyük Afrika ülkeleri ile bazı Asya ülkelerinin nüfusundaki istikrarlı artış yer alıyor.
Aynı durum, etnik dokusu değişime uğrayan ve bu değişime şehirlerinin iç mahalleleri ile banliyöleri arasındaki sınıflaşmanın eşlik ettiği, bazı Amerikan eyaletlerinde de geçerli. Yine ABD’de (özellikle kuzeydoğu, kuzey ve batı eyaletlerindeki) liberal kentsel alanlar ile Avrupalı ve Hristiyan kimliklerinin erimesinden korkan muhafazakar kırsal alanlar arasında da kültürel bir sınıflaşma var.