Hazem Saghieh
TT

Arap rasyonalitesi ve laikliği ile ilgili olarak

Arap siyasi kültüründe akılcılık, laiklik, modernlik ve aydınlanma davullarını çalmayı bırakmayan bir grup var. Bunları dillendirenlerin bir kısmı, bu değerleri benimsemedikleri için ayrım gözetmeksizin Arap ve Müslümanları karalamaktadır. Diğer bir kısım ise söz konusu değerlerden aniden "parlayan" veya "patlayan" bir şey olarak bahseder. Bu nedenle doğanın şiddetli eylemlerinden ve destansı hayal gücünden ilham alan bir dile göre ancak efsaneler işlevsel hale geldiğinde bu tarihe girebiliriz. Üçüncü kısım ise bizi modern, akılcı ve laik olmaktan alıkoyduğu için Batı’yı lanetler. Bu üç ses genellikle tek bir ağızdan çıkarken, sorunlarını katı ve zayıf bir ikiliğe göre sunarlar; ilerleme ve gerileme, modernlik ve geri kalma, dönüşüm ve sabit kalma… Bu iddiaların somut delili ise metinlerdir. Elbette metinlerin etkisinin sınırları olduğunu ve metinlerin yorumlanmasını büyük ölçüde gerçeklerin belirlediğini biliyoruz. Bunun sayısız örneklerinden sadece birini vermek yeterlidir, o da şiire yönelik dini tutumun, Arapları dünyadaki en büyük şair oranına sahip halklardan biri olmaktan alıkoymamasıdır.

Durum şu ki, yukarıda belirtilen değerlerin, yani rasyonalite, laiklik ve aydınlanmanın önemleri, Arap bölgesinde yükselmek ve ilerlemek için bu değerlerin yerleşmesinin gerekliliği tartışılamaz. Yine de bu talep etrafında sürekli dönmenin ne faydası ne de zararı var, rasyonalite ve laikliğin popülaritesini bir gram artırmıyor. Zira akıcı ve net müjdeleyici söylem, bir veya iki başarısız deneyimden sonra çok geçmeden müjdeleyicinin umutsuzluk ve çaresizliğini ilan etmesiyle sonuçlanıyor. Yahut bizi bu değerlerin zaferine götürecek yol olduğu gerekçesiyle darbe, askeri ve güvenlik yönetimi yolundan gitme çağrısı, hatta belki de karanlık çağı bitirip aydınlık çağını başlatan Atatürk'e güvenme çağrısı yapmaya kadar varıyor.

Rasyonelleşme ve laikleşmenin ani bir “parlama” ve “patlama” şeklinde gerçekleşmeyeceğine, aksine, uzun ve karmaşık süreçlerin sonunda ortaya çıktıklarına dair arkamızda muhtemelen çok büyük bir deneyim var. İlerlemenin tepeden, silah, darbe ve karizmatik lider zoruyla dayatılması ise sayısız çelişkiyi içinde barındırır. Kanıtlar, bu tür ilerlemenin yüzeysel kaldığını ve uzun yaşamadığını söyler. Atatürk'ün Türkiye’sinin, Şah İranı'nın ve Emanullah Han Afganistan’ının kaderi, bu kötü sonun pek çok ifadesinden ibarettir.

Oysa kanıtlandığı gibi, bu değerlere yönelik geniş bir popüler eğilim, toplumu ilgilendiren ve onu açık ve sürekli bir genel tartışmaya çeken fikri hareketin doruk noktasında ortaya çıkar. Polis devleti ve askeri rejim esasında düşünmeyi yasaklarken ve sadece rejimin geniş seçimlerini haklı gösteren ve öven “düşünmeye” izin verirken, böyle bir fikri eğilimin oluşması nasıl beklenebilir? Bu durumlarda "avant-garde" fikirleri tercüme ederek ve başkalarını tekrarlayarak kendimizi eğlendirmemize tabii ki her zaman izin vardır, ancak bunlar içinde bulunduğumuz durumla nadiren bağlantılıdır. Buna karşılık, bu tür rejimlerin düşünceyi bu şekilde hapsetmeleri, dünyaya dair cinlerin ve iblislerin modern bir formülasyonundan başka bir şey olmayan düşmanlar, komplolar ve komplocular için bir arena olduğuna dair görüş yayılarak desteklenir. Yine dünya, malzemesi savaşlar ve muharebeler olan tekrarlanan bir olayın sahnesidir. Bu ise yeninin gerekçelerini ortadan kaldırır, çünkü bu yüzleşmelere hazırlık bu gerekçeleri tekeline almıştır.

Bunun da ötesinde bu değerlere yönelik yaygın bir popüler eğilimin ortaya çıkması, popüler çoğunluğun yukarıda belirtilen değerlerin sakinlere daha fazla ve büyük hak, çıkar ve özgürlük sağladığına inanmasını gerektirir. Askeri ve güvenlik temelli darbe rejimlerinin özgürlükleri soğurmakla yetinmeyip, günlük hayatta kalma mücadelesini en popüler ve acil genel kaygı haline getirerek, toplumu yoksullaştırdığını da somut olarak biliyoruz. Elbette halk çoğunluklarının bu değerlerle uzlaşması, şiddeti terk etmeleri, siyasi süreci kabul etmeleri ve onu hakem kabul etmeleri şartıyla, bu değerlerin en sadık muhaliflerini siyaset alanına çekmeye bağlı kalacaktır.

Peki, bu rejimler genellikle diğerlerini kovan, gerekçe olarak kullandıkları modernizm, rasyonalizm ve laikleşmeden nüfusun geniş kesimlerini uzaklaştıran hizipçi, mezhepçi veya etnikçi renklere boyanmışken, bu nasıl gerçekleşebilir?

Aynı şekilde, bu konularda ölçü olarak kabul edilen Avrupa deneyimine dayanarak, geniş bir tarihsel yukarı doğru hareket dışında, umulan eğilimin gerçekleşmesi zordur. Rasyonelleşme ve laikleşme, bölgemizin yalnızca aksini tanıdığı büyük gelişmelere eşlik etti veya bunlarla taçlandırıldı. Artık Amerika'yı yeniden keşfetmemize gerek olmadığı, bizden dünyanın parçalarını yeniden birleştirmemiz ve bağlamamızın istenmediği doğru. Ama ülkelerimizi dünyaya kapatmak gibi eylemler, ancak Kuzey Kore'nin tanık olduğu kadarıyla onları aydınlanmanın, rasyonalitenin ve rönesansın refahına uyumlu bir kuluçka merkezi yapabilir.

Tüm bu faktörler, kaçınılmaz giriş noktası olarak siyasi iktidar meselesini gündeme getirmekte ısrar ediyor. İktidar sorununun çözülmesi elbette yeterli olmasa da gerekli bir başarıdır. Korkumuz odur ki, rasyonellik, laiklik, aydınlanma vb. hakkındaki mevcut gürültünün çoğunun, yalnızca bu dünyevi meseleyi çökertmeyi ve havaya ateş etmeyi amaçlıyor olmasıdır.