Abdülhak Azuzi
TT

Bir arada yaşam için diyalog

Medeniyetler ve kültürler arası diyalog kavramı, siyasi çatışmalar ve sosyal, dini ve kültürel krizlerle dolu çağımızı işgal eden bitmeyen karanlık bulutlar nedeniyle son yıllarda en çok tartışılan kavram ve konulardan biri haline geldi. Kavramın aldığı tanımlar nedeniyle, bilinen lügat anlamını fazlasıyla aşmış, bölgesel ve uluslararası sorunların çözümünde, halklar arası yakınlaşmada, çarpık politikaların ve çarpık fikirlerin ıslahında bir yöntem olarak tüm medeniyetlerin ve kültürlerin ortak paydası olan insani değer ve ilkeleri yücelten hedeflere bağlı kalmak için kendisine atıfta bulunulma ihtiyacıyla önemi daha da artmıştır.

Hepimiz ortak bir toplum evinde tek bir insanlık ailesi inşa etme, hoşgörü, anlaşma ve güzellik hayalleri kuruyoruz. Gelgelelim gerçeklik, barış içinde bir arada yaşam ilkelerini zorlaştıran üç engel olduğunu gösteriyor. Nitekim güvenli bir yaşamı milyonlarca insan için erişilmesi zor bir şey haline getiren toplumsal farklılıklar ve krizler mevcut. Bunun yanı sıra, bugünün ve geleceğin üretimini tehlikelerle ve felaketlerle dolu ve toplumları pek çok korkuyu paylaşan insan grupları haline getiren insan yapımı politikalar var. Tüm bunların üstüne zihinleri çevreleyen, gerçekliği ve insan davranışlarını yönlendiren bilişsel sabıkalar söz konusu; dolayısıyla keşfetmek, temizlemek ve yeniden düzenlemek üzere bu alanı açıp girmek gerekir.

Bu yönlere birkaç örnek verilebilir. Daha iyi bir yaşam arayışıyla ya da savaş ve iç savaş felaketinden kaçmayı zorunluluk olarak görüp gizlice göç eden pek çok insan var. Birleşmiş Milletler’in (BM) yakın zamanda Akdeniz’de kaçak göçmen ve mülteci hareketliliğine dair sunduğu korkutucu rakamlar ve acı gerçekler de ortada. Bu rakamlar, önceki yıllara göre ölüm sayısında yüzde 130’u aşan trajediye işaret ediyor. Akdeniz suları; Afrika’dan, Arap ülkelerinden ve Ortadoğu’dan gelen göçmenler için bir mezarlık oldu. Egemenlik, ekonomi, entegrasyon, siyasi sığınma ve seçim faktörlerinin iç içe geçtiği göç, içinden çıkılmaz bir sorundur. Avrupa ülkelerinde milliyetçilik hareketinin yükselişi de bunun sonuçlarından biridir. Bu sonucu Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda, Danimarka ve Orta Avrupa ülkelerinde görebiliriz. Göçmenleri bekleyen caydırıcı yasaları ve milyonlarca Müslümanı etkilemeye başlayan İslamofobiyi de unutmayalım.

Kimilerinde de bazı politikalar yorumlanırken, ideolojik ve kültürel faktör ağır basıyor. Rusya Devlet Başkanı’nın Ukrayna’daki savaşı, Ukraynalıları yeni Nazilerden, onların destekçilerinden ve ideolojilerinden ‘kurtarmayı’ hedefleyen bir girişim olarak değerlendirildiğini hepimiz hatırlıyoruzdur.

İdeolojik ve kültürel faktör için gösterilen ısrarın, bugün tüm kıtalarda mevcut gerilimlerin esas nedenlerini örtbas eden yıkıcı bir savaş mekanizması olarak katkı sağlaması şaşırtıcı değil. Bu mekanizma, genellikle sorumluluklar için tek taraflı bir dağılımı destekler; öteki kültürün ‘marazları’ da bir arada yaşamın zorluklarını açıklamaya yeter.

Hem insan yapımı öyle politikalar var ki, bunlar insani faaliyetlerin, insanlığın daha önce alışık olmadığı iklim felaketlerine yol açmasına sebep oluyor. Amerika, Avrupa ve birçok Arap ülkesinin bugünlerde hissettiği sıcaklığa insanlık daha önce tanık olmadı. Küresel ısınmadan ötürü bu sıcaklık 1,5 derece artacak ve yoğun sıcaklık dalgaları her 10 yılda bir tekrarlanacak. Kuraklık ve şiddetli yağışlar da daha sık görülecek.

Ukrayna’daki savaşla birlikte dünya ve özellikle de Avrupalılar için barış ve huzurun; buğday, gaz ve petrol ihraç eden bazı ülkelerin; Avrupa ve Asya’nın yol ayrımında mal hareketinin ana damarı olan Karadeniz gibi bazı coğrafi bölgelerin değeri anlaşıldı.

İsveç polisinin Kurban Bayramı’nın ilk gününde başkent Stockholm’de aşırılık yanlısı birinin Kur’an-ı Kerim’i yırtıp yakmasına izin vermesi de kınanmayı hak eden bir tutumdur. Uluslararası insan hakları beyannamelerinin altını üstüne getirdim ve İsveç yargısının ifade özgürlüğünü gerekçe göstererek bu suça müsaade eden kararına hak verebilecek hiçbir şey bulamadım. Aksine, insan hakları ve kamu özgürlükleri alanındaki uluslararası kurallar paketine -suçları arasında- bir suçtur. Nefreti teşvik eden, dinî duyguları inciten resmî nitelikteki bu tür uygulamaların, aşırılık ve terör gündemlerinden başka bir şeye hizmet etmeyeceğini her gözlemci anlayabilir.

Çatışmalar ve medeniyetler hakkında uluslararası teoriler oluşturuldu ve bu kavramların bilimsel olarak kök salması için bilhassa ABD’de okullar kuruldu. Ancak ne yazık ki birçok teorisyen, bazı medeniyetleri uygar medeniyetlerin karşı tezi olarak niteleyip, bunların milletlerin ve halkların bir arada yaşamasını baltalayan virüsler taşıdıklarını söyleyerek doğru yoldan saptı.

Bu örneklerden anlıyoruz ki, dünya, pek çok zorlu krizle boğuşuyor. Bu yüzden medeni diyalog oldukça gerekli. Bu diyalog, bazılarının dillendirdiği gibi sadece dinler ve kültürler meselesini kapsamayıp, aynı zamanda siyasi, ekonomik, toplumsal, çevresel ve entelektüel alanları da ele almalıdır. Bu diyalogun, insan çeşitliliğini tüm biçim ve menfaatleriyle örgütleyebilmek için evrensel ve kapsayıcı olmaktan başka seçeneği yoktur.

Avrupa Birliği Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in yakın zamanda Fes’teki Avrupa-Akdeniz Üniversitesi’ne (Université Euro-Méditerranéenne de Fés) yaptığı ziyarette ‘mevcut jeopolitik bağlamda stratejik sorumluluklarımız’ hakkında konuşuldu. Bu konuşmanın sonucunda bugün ve gelecek hakkında doğru bir bakış açısına ve barış ve huzur inşa eden üretkenliğe sahip olmamız gerektiği kanaatine vardık. Öyle ya insan alternatif aramadan yalnızca mum yakma işlemiyle yetinseydi elektrik lambalarına yönelmez, elektrik de hayatın her alanına girmezdi. Demem o ki, küresel diyaloğun akıllıca olması ve insanoğullarını birleştiren ortak paydalardan yola çıkması lazım. Ayrıca bahsettiğimiz tüm krizlere olumlu ve verimli alternatifler arasın ki, ortak kavramlar onunla düzenlensin ve ortak hedefler onunla bütünleşsin. BM Nüfus Birimi’nin tahminlerine göre nüfusu 8 milyar eşiğini aşan bir dünyada ortak insan kaderi de bu diyalogla korunmalıdır. Bu sembolik eşiğin atlatılması, insanlığın güvenlik, esenlik, barış ve huzur içinde yaşama konusundaki ortak sorumluluğunu gözeterek, çeşitliliği ve gelişmeyi kutlamak için bir fırsattır.