Emel Musa
Tunuslu şair ve yazar
TT

Sevgi kahramanlık mıdır?

Sanırım bu soruya yanıt verirken sevgiyi bütün boyutları ile dikkate alırsak insanlığın başlangıcından bu yana sevginin gerçekten de bir kahramanlık olduğunu söyleyebiliriz.
Bilhassa yaşadığımız bu dönemde değerler marjinelleştiği için sevgi büyük olasılıkla, 2 katı bir kahramanlık haline gelmiştir.
Elbette, sevgiyi kahramanlık olarak kabul etmenin otomatik olarak bizleri kahramanlardan bahsetmeye iteceği kesindir. Ama bu noktada boğazımız kuruyup kem küm edebiliriz. Çünkü tarih boyunca kahramanlar zaten enderdi ama bugün daha da ender bir hale geldiler.
Özellikle de bu kahramanlık, bütün olumlu değerlerin anası olan sevgi değeri ile ilgili olduğunda hepten nadir bir hale geldi.
Sevgi; bütün iyi değerlerin temelidir ve yüksek bir kabiliyet, çok iyi bir psikolojik ve kültürel sağlık gerektirmektedir. Zira kültürel olarak hasta olanlar sevemezler.
Sevseler bile bu sevgileri hastalıklıdır. Dolayısıyla bir sevgi hastalıklı ise sevgi olarak sahip olduğu bütün özelliklerden uzaklaşır.
İnsanlık hafızası ne kadar şanslı ki sevgi, barış ve iyilik kahramanlarını da tanımıştır.
Bunlardan biri de Nelson Mandela.
Nitekim BM Genel Kurulu da yaklaşık 10 yıl önce 18 Temmuz tarihini Uluslararası Nelson Mandela Günü deklare etmiştir.
Bu barış, sevgi, özgürlük, eşitlik ve insan hakları kahramanının adı anıldığında bizleri bir insanlık gururu ve cesareti kaplar ve vahşi maddeci, materyalist kültür ne kadar yüksek bir seviyeye yükselirse yükselsin dünyadaki iyiliğin verimliliğini kaybetmeyeceğine yönelik umudumuz tazelenir.
O, insanlığın bilgelerinden bir bilgedir. Bilgelik ile kahramanlık arasında ise şeffaf bir tül kadar ince bir engel bile yoktur.
Her kahramanlığın da kendisini yöneten, geliştiren, güçlendiren ve kahramanını koruyan bir bilgeliği vardır.
Bu bilgelik kahramanları; onları hatırladığımız zaman insanlığımızı daha fazla  kaybetmemek için hangi nesilden olduğumuzu da hatırladığımız ebedi bir sembol, ideal ve bir bilgeye dönüştürür.
Bilindiği gibi Mandela insan hakları için mücadele eden en büyük savaşçılardan biri olarak kabul edilmektedir.
Irk ayrımcılığına karşı yürüttüğü mücadele nedeniyle ömrünün yaklaşık 27 yılını cezaevinde geçirmiştir. Onun bu deneyimi; ırklar ve milletler arası eşitlik, özgürlük ve barış için yapılmış ölümüne bir savunma deneyimiydi.
Eşsiz bir savaşçı ve insan hakları avukatı olduğu için de Güney Afrika’nın demokratik yollarla seçilmiş ilk devlet başkanı olmayı başardı.
Ne yazık ki bugün, insanlığın hizmetinde ve dünyanın vicdanının korunmasında bu tür sembol ve simgelerin özlemini çekiyoruz.
Bu büyük üzüntü ve hüznümüzü azaltabilecek tek şey; Mandela’nın mirasının, onu ölümsüzleştirmek ve kendisine tanık olmak için halen var olmasıdır. Çünkü düşünce ölümsüzdür.
Mandela bizlere; onu benimsememiz ve yayılmasına hayatımızı adamamız halinde belki de bugün dünyanın çok daha iyi bir durumda olacağı bir düşünce mirası bırakmıştır.
Mandela ve onun gibiler daha iyi bir insan, dünyada barış ve sevgi seviyesi daha yüksek, güçlü, zengin ve akıcı olması için mücadele etmişlerdir.
Nelson Mandela’nın mirasına göz attığımızda şu sözüne rastlıyoruz:”Yakıp yıkmak çok kolaydır ama asıl kahramanlar barışı gerçekleştirenlerdir”.
Bugün uluslararası ilişkileri gözden geçirmek; dünyanın güçlüleri için egemenlik, baskı ve zulüm ile eş anlamlı hale gelen kahramanlık düşüncesinin ne kadar büyük bir deformasyona maruz kaldığını anlamamız için yeterlidir. 
Hatta içinde taşıdığı bütün saflık, ahlaki ve insani derinlik ile barışı gerçekleştirmek düşüncesinin 21’inci yüzyılın politikacıların çoğunun planlarında bir yeri ve değeri kalmadığını görmemiz için yeterlidir.
Onlar için tarihin derslerinin tamamı sanki dünyayı açtığı yaralarla inleten, bu yaraların dolaylı ya da dolaysız bir şekilde nesilden nesle aktarılmasını sağlayan başarısız sömürgeci eğilimi, Faşizm ve Nazizm’i unutarak egemenlik, ayrımcılık, üstün medeniyet kültürüne dayanmaktadır.
Mandela’nın mirasında bir başka önemli ve anlamlı bir söze daha rastlıyoruz.
O da: “Derisinin rengi ya da ırkı veya dini nedeniyle diğer bir insandan nefret ederek doğan hiçbir insan yoktur. İnsanlar nefreti öğrenmişlerdir. Dolayısıyla eğer nefret öğretilebiliyorsa sevgi de öğretilebilir.”
Bu sözünde Mandela; nefreti öğrenme düşüncesinden sevgiyi öğrenme düşüncesine eşsiz bir akıcılık ve mantık ile geçmekte, bizleri mümkün olan en az sözcük ve tek bir düşünce ile sorunun özü ile yüzleştirmektedir.
O da nefretin; günümüzdeki bütün anlamları, görüntüleri ve düzeyleri ile insanın aldığı eğitimin bir ürünü olduğudur.
Eğitim insanı, aklen ve vicdanen nefreti benimseyen, davranış ve tutum olarak da onu uygulayan bir insan haline getirmektedir. Yani asıl sorun, kültürlerin nesillere sunduğu değerler kültürü eğitimidir.
Bu da nefretin, edinebilen ve sosyal kültürel eğitim ile taşındığı hatta miras alındığı anlamına gelmektedir.
Burada normal zihinlerde kırmızı bir ışık yanmalı ve kendilerine nefreti, sevgi, hoşgörü, olumlu ve yaratıcı iletişim ile değiştirmenin ne gibi bir zararı olabilir sorusunu sormalıdırlar.
Kısacası dünyanın tamamının sevgi kahramanlarının; gece gündüz kültürel eğitimden sorumlu kurumları yeniden düzenlemek, nefret dolu içerikleri ortadan kaldırmak, onun yerine tarihin çok iyi bildiği ve nefrete dayalı bir eğitimin temelini atan yoldan çıkmış büyük kişiler tarafından kökünden koparılan sevgi çiçeklerini yeniden ekmek için çalışacağı ciddi bir çalışma atölyesine ihtiyacı vardır.
Dünyanın vicdanı yalnızca ölümsüz  ve çoğunun güçlerini kendilerinden önceki kahramanlardan, sevgi, umut ve barış düşüncesinden alan sevgi ve barış kahramanlarının mücadaleleri ile atmaktadır.
Sorun;  zorba, despot ve barış düşmanlarının her zaman var olması değil insani vicdanın kahramanlarının soyunun tükenmesi tehlikesidir.
Çünkü onlarla birlikte sevgi ve nefret ile savaş ve barış arasındaki mücadele de yok olacaktır.