Hazım Sağıye
TT

​Tamamlanmamış Lübnan savaşının sonu

Yaklaşık bir hafta önce çeşitli şekillerde on buçuk yıl süren Lübnan savaşının 45’inci yıldönümüydü. Bu savaşı yerel ve bölgesel benzerliğin tipik bir örneği olarak inceleyenler oldu. Kimisi de kendisini Arap dünyasında ve üçüncü dünyanın bir bölümünde yeni iç savaşların başlangıç tarihi saydı. Örneğin Fransız araştırmacı Michel Seurat (1986’da öldü) bu savaşın, bazı entelektüeller tarafından şüphe dahi edilmeyen katı sosyal analizin eski çerçevesini sarsmayı başardığını düşünür. Bazıları da kendisini hırsları, parçalanmış toplumlarının dolayısıyla kapasitelerinin sınırları ile uyumlu olmayan iddialı projeler için erkenden kazılan bir mezarlık olarak gördü.
17 Ekim Devrimi çevresinden birçok kişi – bu yıldönümü hakkında yaptıkları yorumlarda- bu devrimin söz konusu savaşın fiili sonunu teşkil ettiğini söyledi. Devrimin, kendisi ile bağı kalıcı olarak kesip attığını ve bu anlamda tedavi edici ve antiseptik olduğunu düşündüklerini dile getirdiler. Taif Anlaşması bu savaşın bazı sonuçlarını ele almış ama geleceğin yönetimini savaşın sembollerine bırakmıştı. Ekim devrimi ise hem sebeplerini ele aldı hem de söz konusu semboller hakkındaki olumsuz hükmünü verdi: “Hepiniz yani hepiniz”. Bu yıldönümü vesilesiyle devrimciler arasında devrim kuşağının yükselişi hakkında söylenenler geniş bir yer kapladı. Bu kuşak, savaşı yaşamamış olsa da etkileri onu da kapsadı.
Bu değerlendirme aynı zamanda hem doğru hem de yanlış.
Devrimci Lübnanlıların mezhepçiliğin ötesinde ulusal bir görünümde ortaya çıktıkları anlamında ele alındığında doğru. Onlarla birlikte birleştiren ve dini grupların ötesine geçen bir sıkıntı olduğu ortaya çıktı. Açık düşman diğer dini grup değil siyasi ve ekonomik iktidar ile dalları oldu. Devrimcilerin dile getirdikleri baskın değerler dini grupların alt kültürlerine ait değildi. Aksine küresel ve kozmik bir gençlik ruhunu yansıtıyordu. Birçok kez dile getirilen söz konusu anlamlar  22 Kasım 2019’daki Bağımsızlık Günü kutlamaları ile zirveye ulaştı. Bu gün daha ziyade vatanın yeniden kurulduğu bir gün gibiydi. Genç kız ve erkekleri ile yeni nesil, bugünde geleceği kendisinin yöneteceğini deklare etmişti.
Gerçekten de, yaşananlar bir devrimdi ancak 1789 Fransız Devrimi ya da 1917 Rus devriminin ifade ettiği anlamda bir devrim değildi. Burada, Lübnan’da, şiddet yaşanmadı. Yapılmak istenen bir sosyal sınıfın diğer bir sosyal sınıfı yönetimden uzaklaştırması değildi. Orta ve doğu Avrupa’nın 1989-1990 yıllarında tanık olduğu, yaklaşık 10 rejimin ve onlarla birlikte Sovyet bloğunun tamamen çökmesine yol açan türden bir devrimdi. Fransa’da eski değerler sistemini vuran 1968 Mayıs olayları anlamında bir devrimdi. Yine, Arap dünyasının 2011 yılında tanık olduğu ve birinci aşamasında özgürlük, ekmek ve onur talep eden devrimler gibi bir devrimdi.
Bu olay, Lübnan’ın mezhepçi tarihi ve kendisinden kaynaklanan iç çatışmalar ile bağı koparmanın başlangıcının (sadece başlangıç) temelini atacak kadar büyüktü.
Buna rağmen, bu başlangıç gerekli unsurlarının birinden yoksundu. 1975’ten kurtulmak isteyenler, o dönemde 1975’in nedenlerinden (tek nedeni değil) biri olan, bugün de farklı bir başlık altında olsa da mevcut gerilemenin nedenlerinden biri olan (tek nedeni değil) direnişten de kurtulmayı istemeliydi. Bu ise mümkün değildi. Meşru bir silah korkusu sebebiyle yapılan başlangıçların tamamlanması imkansızdı.
Ne var ki, iyimser yanıt sahiplerinin hatası başka bir noktada gizliydi. Bağı koparacak başlangıç eksik kaldı ve tamamlanmadı çünkü devrim yenildi. Başlangıcın kendisi bir son oldu. Koronavirüsünün de bunda temel bir rol oynadığı göz önüne alınmalı. Bu son, devrimin karşı çıktığı en çirkin şeyle yani mezhepçiliğin, bölgeselciliğin ve farklı türleri ile fanatikliğin keskin bir şekilde uyanması ile lekelendi. Korona ile gerek Lübnanlılar gerekse diğer uluslardan olsun insanların içindeki en kötü şeylerden bazıları kibirle yüzeye çıktı. Salgın hastalıkların yaptıkları şey budur ki tarihte de bunu birçok kez yapmışlardır.
Bilhassa Lübnan’da bu, başkalarını suçlamak ya da sorumlu tutmak, dini grupların “kendi bölgeleri”nde başkalarını tedavi etmeyi ret etmesi, yardım yapan kişilerin yardımlarının büyük bir bölümünün kendi dini grupları ile sınırlı kalması gibi birçok davranış ve eylem ile gün yüzüne çıktı. Bu eğilim, temelde yozlaşmış ve sonrasında yoksullaşmış olan devlet organının zayıflığından, tıpkı kamuoyunda neler olup bittiğinin tartışılmasını engellemesi gibi dayanışma olasılıklarını da baltalayan “sosyal uzaklık”tan beslendi. Bu ortamda, dini grupların liderleri kaybettiklerini geri almak için aradıkları fırsatı buldular. Nitekim, atamaların kotaya göre paylaşımı hakkındaki polemikler bunun tipik bir örneğiydi.
Böylece, 1975 savaşının 45’inci yıldönümü geldiğinde, yorumunun mezhepçi yorumcularını nasıl meşgul etmeye devam ettiğini ve yorumlardaki farklılığın bahsi geçen mezhepsel bölünmeden kaynaklandığını keşfettik. Onlar hala savaşı yeniden başlatma arzusundalar. 17 Ekim devriminin, mezhepçi çevrelerdeki bu arzuyu güçlendirdiğini ve adeta bir ihtiyaç ya da zorunluluğa dönüşmesine neden olduğunu söylemeyi göze alabiliriz.
Gerileyen ve kanatları kırılan bir devrim ile yıkılmaya karşı dayanıklı, sembolleri ve figürleri bir kenara itilip değiştirilse bile ortada bir alternatifinin olmadığından emin yönetim arasındaki tartışmaya muhtemelen –uzun bir süre- tanık olacağız. Savaşın sebeplerinin –ikinci bir açıklamaya kadar- halen yaşadığını ve savaşları sona erdirmeyi tercih eden bir kuşağa karşı tetikte beklediğini söyleyebiliriz.