Emir Tahiri
İranlı gazeteci-yazar
TT

ABD seçimleri ve parti sisteminin son turu

ABD’deki mevcut başkanlık kampanyasının herhangi bir ideolojik içeriği var mı?
Bu soruyu, son dokuz seçim kampanyasından altsını bir muhabir olarak rapor ettikten ve diğer üçünü de olayların kalbinden takip ettikten sonra soruyor ve aynı anda hem evet hem de hayır diyorum. Öncelikle vermiş olduğum muğlak cevabın olumsuz kısmının tartışmasını yapalım...
ABD’deki seçim kampanyası, mevcut küresel sistemin bozulan yapısı ile birlikte iç koşulları etkileyen demografik, kültürel ve toplumsal değişimlerin ışığında, ülkenin bugün karşı karşıya olduğu daha geniş çaplı sorulara fazla yer bırakmayan iki konuya odaklanıyor. Söz konusu güncel seçim kampanyasının ilk teması, Başkan Trump'ın kişiliğiyle ilgilidir.
ABD tarihindeki hiçbir liderin Trump'ın maruz kaldığı şekilde bir ‘eleştiri ve hakarete’ uğradığını sanmıyorum. Eski Başkan Jimmy Carter ‘yer fıstığı çiftçisi’ lakabıyla alay konusu olmuştu. Eski Başkan Ronald Reagan, ‘Hollywood kovboyu’ olarak anıldı. Aynı durum, Başkan Bill Clinton'ın da başına geldi ve ‘eteği kovalayan palyaço’ diye kendisiyle alay edildi. Eski Başkan George W. Bush, ülkeyi yönetme yöntemleri nedeniyle alay konusu oldu. Başkan Obama ise basın tarafından ‘karnından konuşan oyuncak bebek’ diye nitelendirildi. Hillary Clinton da bir keresinde ‘felaket ve kriz zamanları dışında konuşma yapmayan lider’ olarak nitelendirilmişti. ABD demokrasisinin en parlak dönemlerinde bile başkanın prestijinin azalması yaygın bir durumdu.
Ancak bu sefer, -her şeye rağmen- başkana yapılan hakaret ve eleştiriler daha çok dikkatle planlanmış bir askeri operasyon haline geldi. Başkan Trump'ın kişiliğine darbe vurmayı vatanseverlik olarak gören bir kesim var. Öyle ki ‘Trump’ kelimesini anmak bile bazı çevrelerde dışlanma unsuru olabiliyor.
Bir amatör ya da komplo teorisi propagandacısı olmadığım için Trump'ın toplumun seçkinleri arasında kışkırttığı öfke ve hoşnutsuzluk dalgasından gerçekten keyif aldığı görüşüne katılmıyorum. Fakat benim için kesin olan şu ki, Donald Trump her ne kadar bu yangınların fitilini ateşleyen kişi değilse de devam ettiren isimdir. Önümüzdeki seçimler, ülke tarihinde şimdiye kadar olduğundan çok daha fazla, başkanlık koltuğunda oturan kişinin kişiliğine ilişkin referandumdan ibaret olacak.
Mevcut başkanlık kampanyasını diğerlerinden ayrından ikinci husus ise her iki kampın da uyandırdığı korkudur. Demokrat aday Joseph Biden'ın destekçileri, Başkan Trump'ın yeniden seçilmesinin yalnızca hükümette kaosa yol açmayacağı, aynı zamanda ülke genelinde bir krize ve hoşnutsuzluğa neden olacağı konusunda uyarılarda bulunuyorlar.
Diğer yandan korona salgınından kaynaklanan panik, mümkün olan en üst düzeyde suistimal edildi. ABD, tamamen farklı bir hikayenin konusu olan gerçeklere, sayılara ve verilere rağmen yüksek ölüm oranları bakımından dünyadaki ilk ülke olarak nitelendirildi. ABD, bir milyon kişiden 185 bin kişinin korona kaynaklı ölümüyle Brezilya, Meksika, İngiltere, Peru ve İspanya'dan sonra yedinci sırada yer alıyor. Benzer bir durum şu ana kadar virüsün bulaştığı kişi sayısı için de geçerlidir. Ülkede geniş çapta yapılan testler, 6 milyon virüs vakasının olduğunu gösterdi. Bununla birlikte çok az ülke bu düzeyde bir test imkanına sahip. Örneğin Fransa, vaka sayısında ‘kontrol altına alınamayan’ bir artışla karşı karşıya.
Demokrat kamp, söz konusu gerilim ve kargaşa atmosferinde salgının yarattığı korkudan faydalanarak Başkan Trump'ın ülkedeki mevcut krizi ele alışına yönelik güçlü bir eleştiri yöneltemedi. Ayrıca Trump liderliğindeki Cumhuriyetçi kamp da seçmenleri kendi tarafına çekmek için bu korkuyu kullandı. Trump adaylık kabul konuşmasında, siyasi oyununun araçlarından biri olan ‘korkuyu’ kullandı. Nitekim Biden'ı ‘Sosyalizmin Truva Atı’ olarak nitelendirerek eleştirdi ve ABD’yi ‘Venezuela'nın şu anki durumundan daha korkunç bir hale getirmeye çalışmak’ ile suçladı. Diğer Cumhuriyetçi isimler, Biden'ın ülkedeki isyancıların ‘yağmalamalara ve iş yeri kundaklamalarına kılıf olarak barışçıl gösterileri kullanmalarına’ izin vereceğini iddia ettiler.
Tam bu noktada sormuş olduğum soruya verdiğim ‘muğlak cevabın olumlu yönünü’ tartışmaya açalım...
ABD’nin ufkunda iki ayrı vizyonun varlığından söz edilebilir. Bu vizyonlardan ilkinin ‘devletle ilgili’ olduğunu söyleyebiliriz. Bu seçenek, merkezi federal hükümetin refah mekanizmalarından biri olarak rolünü onaylaması ve ilerici sosyal ve kültürel ölçülerin güçlendirilmesiyle ilgilidir. Demokrat Parti son yıllarda bu vizyonu gerçekleştirmenin araçlarından biri haline dönüştü.
Cumhuriyetçi Parti'nin 1970'lerden bu yana tutum ve politikalarına yansıyan diğer vizyon ise ‘küçük bir merkezi hükümetle ilgili’ olarak nitelendirilebilir. ‘Serbest girişime odaklanma, muhafazakar sosyal ve kültürel normlara özen göstermek’ de buna dahil edilebilir.
ABD’deki iki partili sistem, iş dünyasındaki kartel düzenlemelerine benziyor. Çünkü iktidara ulaşmak, çeşitliliği ve rekabeti büyük ölçekte engelleyen iki devasa oluşum ile sınırlı kalıyor. Bunun bir neticesi olarak küçük gruplar, ‘iki büyük partiden birine girmek ve seçmenlerin çoğu tarafından mutlak anlamda hoş karşılanmayan yollara yönelmek’ zorunda kalıyorlar.
Herhangi bir rejimin temel amacı, iktidarı mümkün olduğunda kontrol altına almaktır. Bundan dolayıdır ki Cumhuriyetçi Parti, siyasi kariyerine merhum Thomas Jefferson'ın önderliğinde ‘bir köle sahipleri partisi’ olarak başlayabilir ve ‘köleliği kaldıran’ Abraham Lincoln'ün önderliğinde sona erebilir. Ayrıca Demokrat Parti, ‘Avrupa Kıtası’ndaki sosyal demokrat partilere benzemek için’ son zamanlarda merkez sağ akımdan merkez sola yöneldi.
Amerikan İç Savaşı’nın patlak vermesinden önce, Alexander Hamilton yanlısı federalizm destekçileri ile Thomas Jefferson taraftarı Cumhuriyetçiler arasında ‘ideolojik bir bölünme’ vardı. Hamilton'ın milliyetçi destekçileri daha sonra Avrupa'da ‘refah devleti’ olarak bilinen şeyin ilkel bir versiyonunu öneren güçlü devleti desteklediler. Jefferson'ın destekçileri ise eyaletlere ve bireysel özgürlüklere öncelik verilmesini isteyen sınırlı bir merkezi hükümet istiyordu. 19’uncu yüzyılda Cumhuriyetçi Parti’nin siyasi abasının altından birbirini izleyen üç başkan çıktı: Thomas Jefferson, James Madison ve James Monroe...
Başkan Quincy Adams, kurduğu ve liderliğini yaptığı Ulusal Cumhuriyetçi Parti aracılığıyla federalist anlatıyı canlandırmaya çalıştı. Fakat Andrew Jackson tarafından mağlup edildi. Jackson, Demokrat Parti aracılığıyla Thomas Jefferson'ın anlatılarını canlandırdı. Demokrat Parti, 1828 - 1856 yılları arasında 8 ABD başkanlık seçiminden 6'sını kazandı.
ABD’deki iki partili sistem, ülkede istisnai bir siyasi istikrar sağlıyor. Ancak bununla birlikte seçenekler iki partiden ibaret oluyor. Ayrıca başkanlık seçimleri, aslında olan özü aramak yerine kimin en yüksek gücü kullanacağına ilişkin nihai kararı verme rolünü oynuyor. ABD’deki başkanlık kampanyası, mevcut sistemin sınırlarını ve siyaset korsanlarının bahislerinden ne derece etkilenildiği açıkça gösteriyor.
Kasım ayındaki seçimleri kim kazanırsa kazansın açıkça görünen bir durum var: Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasındaki ‘ikili’ dans, ülkenin siyasi yaşamındaki çeşitliliği yansıtmıyor. Ona eşlik eden gerginlikler ise gün be gün artıyor.