Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Kimlik krizi hakkında

Bu yazı, pek çok çağdaş Müslümanın ve özellikle Avrupa'ya yerleşmiş olanların yaşadığı kimlik krizine ilişkin geçen hafta yazmış olduğum yazının devamıdır. Özellikle Avrupa’da yaşayanlar diyorum, çünkü buradaki kültür ve örfler, kendi ülkelerinde öğrendiklerinden ve gerçek dinin amacını temsil eden doğru bildikleri şeylerden farklıdır. Son yıllarda kimlik sorunu hakkında pek çok kez yazdım. Bunun pek çok insan için artık açık bir kavram olduğunu zannettim. Ancak okuduğum ve tanık olduğum tartışmalar ise fikrin etrafındaki gizemin birkaç yıl önce bıraktığımla aynı olduğunu gösterdi. Bunda şaşılacak bir şey yok. Çünkü ‘kimlik’ kavramı Arap kültüründe yenidir. Eski sözlükleri gözden geçirirseniz onun izine rastlayamazsınız.
Bu kavram, Arapça olarak gördüğümüz ve düşündüğümüz yüzlercesinden biridir. Fakat aslında durum öyle değil. Bu kelime farklı bir bilgi çerçevesinden ithal edilmiştir. Dolayısıyla kavramsal ve değer yükü kabulüne göre kişiden kişiye değişir. İnsanları din, vatanseverlik ve milliyetçilik arasında seçim yapması için çağıran kimseleri görünce bu soruna geri döndüm. İnsanlar yalnız Müslüman olduklarını ya da önce Müslüman olduklarını söylemeye mecburlarmış gibi davranıyor ve bu üç kimliği birlikte kabul etmenin inancın saflığını bozacağından korkuyorlar.
Bir Müslümanın bugün yaşadığı kimlik sorununun bir kısmını da söz konusu kafa karışıklığı oluşturur. Bana göre bu durum çok az risk taşıyor, ancak bununla birlikte tatsız bir kafa karışıklığı yaratıyor. Bu, teorik bir sorundur ve genellikle de bireyseldir. Sorunun daha zor tarafı, sanayileşmiş ülkelere yerleşen Müslümanların durumudur. Bu kimseler hem dini hem de kültürel açıdan giderek artan bir krizin içinde yaşıyorlar. Yerleştikleri toplumlar, ait oldukları toplumlar gibi dine özel bir önem vermezler. Bu sebeple söz konusu toplumların kültürleri, örfleri ve kanunları onların tarafında değildir. Bu toplumlar içerisinde hayat süren Müslümanlar, neredeyse her gün rahatsızlık veren ve potansiyel düşmanlık içeren birtakım davranışlarla karşılaşırlar. Bunlar genelde kişisel ve cinsiyetler arası ilişkide ortaya çıkan durumlardır. Muhtemelen bazı okuyucular, Danimarka, Belçika ve Hollanda gibi Avrupa ülkelerindeki başörtüsü yasağının ardından yapılan tartışmaları takip etmişlerdir. Başörtüsü kullananların sayısı gerçekten azdır. Ancak yasaklanması, Müslüman babaların eşleriyle ilişkilerindeki (yasal) bir değişikliğin göstergesiydi. Bu onların üzerinde şiddetli bir baskı yaratmakla birlikte çokça kasılmalarına yol açabilecek bir şeydir.
Peki neden bir kimlik krizinden bahsederken bu tür örnekler veriyoruz?
Bu soru bizi sorunun temel noktasına getiriyor. Bazı insanlar dini kimliğin, bir bireyin sosyal ilişkiler sistemindeki konumunu, kişisel görünümünü ve hâkim normlara bağlılığını içeren toplumsal modelde temsil edildiğini varsaymışlardır. Arap mirası, bu unsurların her biri hakkında metinler ve açıklamalarla doludur. Burada, yukarıda da zikrettiğim başörtüsü örneğinde olduğu gibi dinle ilişkisine veya onun bir parçası olduğuna dair bir vurgu vardır. Bu olguları talep eden veya kabul eden bir toplumda olduğunuzda herhangi bir sorun olmaz. Fakat bugün Avrupa toplumlarında olduğu gibi talepleri farklı olan veya buna karşı çıkan bir toplumda yaşadığınızda kesinlikle sorunlarla karşılaşırsınız. Bu durumun şu soruyu tekrar gündeme getirdiğini söylüyorum: Kıyafetler, diğer görünümlerle ve örfler dinin özü müdür? Din bunlar olmaksızın ayakta kalamaz mı? Yoksa bunlar dinin özünün bir parçası olmasa da dini renk almış şeyler arasında mı yer alıyor?
Böyle bir soruya verilecek cevaplarının çeşitliliğinin farkındayım. Ancak alışılmış hamasi cevaplar ve duygusal tepkiler bize pek yardımcı olmuyor. Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey, bunun üzerine derin bir şekilde düşünmektir. Yani ‘İslam ile çağ arasındaki ilişki’ üzerine -ki bugün kendisini kimlik krizi olarak gösteriyor- ciddi bir şekilde düşünmemiz gerekiyor.