Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

‘Dervişliğin’ anlamı ve uygulamaları hakkında

Bir süre önce Sudan'ın köylerinden birindeki bir cami imamının yaptığı çağrıyı okudum. Söz konusu çağrıda yüzlerce insanın yaşadığı bu köyün, kuyudan su çekecek bir pompası olmadığı için susuzluktan muzdarip olduğundan bahsediliyordu. İmam, söz konusu çağrının ulaştığı herkesi köylülere yeni bir pompa satın alma konusunda yardım etmeye davet ediyordu.
Yakın bir zamanda da William Kamkwamba’nın hikayesini okudum. William, Batı Afrika’daki Malavi Cumhuriyeti’nin küçük bir köyünden bir genç. Bu gencin, rüzgâr enerjisinden elektrik üreten bir icat geliştirerek köyündeki sahneyi alt üst ettiği söyleniyor. Yaşanan şiddetli kuraklık sonrasında neredeyse tek geçim kaynakları yok olmak üzereyken genç mucidin bu yolla insanların çiftçiliğe geri dönmesini sağlayan bir aydınlatma sistemi ve su pompası ürettiği ifade ediliyor.
Kolay değildi. William jeneratör fikrinden bahsettiğinde kendisine güldüler. Odun, ağaç kabukları, kırık tekerlekler ve tahta parçaları toplamaya başladığında da öfkelendiler. Fakat sonunda ışıkların yandığını ve pompanın ağzından suyun aktığını gördüler.
 Bu olay, o köydeki herkesin yaşam tarzını, kendisine ve çevresindekilere bakışını yeniden gözden geçirmesine neden oldu. Daha sonra köy, yaratıcı bir fikir veya ilham arayanlar için adeta bir hac yerine dönüştü.
İki örnek arasındaki farkı nasıl anlayacağız? Bunları karşılaştırırken hangi kriteri kullanırız?
Eski bir yazımda rahmetli Malik bin Nebi’den aktardığım bir dervişlik hikayesini hatırlatayım. Üstat Malik, temsillerinden biri, dünyanın fiziksel dönüşümlerini manevi bir karaktere sahip uygulamalarla ilişkilendirilen ‘dervişlik’ olarak adlandırdığı duruma kör sürükleniş konusunda uyarıda bulunurdu. Örneğin, insanların dini ritüellere bağlı olduğunda, hatta bir ülkede şeriatın uygulandığı ilan edildiğinde veya dindarlığıyla tanınan kişiler iktidara geldiğinde bunun neredeyse otomatik olarak yaşamda ve ekonomide bir dönüşüme yol açacağı, böylece nimetler ve bereket herhangi bir çaba ve hesap olmaksızın insanların üzerine yağacağına dair yaygın bir inanç söz konusu. Bu durum söz konusu olduğunda şu mübarek ayet hatırlatılır:
“O ülkelerin halkı inansalar ve günahtan sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık.” (Araf/96).
Bu ayet, 1979 yılında General Muhammed Ziyâu’l Hak, Pakistan’da İslam şeriatının uygulanacağı açıklamasından, 1989 yılındaki Sudan Darbesi’nden, 1979 yılında İran Devrimi’nin elde ettiği zaferden, Taliban Hareketi’nin 1996 yılında kaydettiği başarıdan sonra sıkça hatırlatılmıştı. Yaklaşık bir ay önce Taliban Hareketi’nin kontrolü ele geçirdiğinden beri Afganistan’ın başkenti Kabil’deki suç oranlarının sıfıra düştüğüne dair haberleri okuduğumuzda da buna benzer bir durumla karşılaştık.
Eldeki istatistiklerden, verilerden ve ilk elden tanık olduklarımızdan öğrendiğimiz, adı geçen tüm ülkelerin şeriatın ilanı veya İslamcıların iktidara gelmesinden sonra durumlarının iyileşmediği, aksine yaşananların tam zıttı şekilde olduğudur. İnsanların geçim kaynakları kötüleşti ve ulusal ekonomi sarsıldı. Dışarıya bağımlılık arttı. Ayrıca insanlar durumlarından daha az memnun bir hale gelirken geniş kapsamlı siyasi ve sosyal değişim için daha fazla istek duymaya başladılar.
Bilgiye, zihnin çalışmasına ve tabii ki güçlü iradeye dayalı olarak sorunlara yerel çözümler bulma konusunda bir deneyim yaşayan Malay köyüne kıyasla, imamı diğerlerinden yardım isteyen bir Sudan köyü örneğini ele alalım. Bu iki örnekten hangisi imanın hakikatine daha yakın? Hangisi Yaradan'ın yaratıştaki muradına daha yakındır? İnsanlardan yardım isteyen imam mı yoksa önce aklına ve yerel imkanlarla mevcut malzemelere güvenerek çözümü bulan genç mi? Bu iki örnekten hangisi ‘dervişliğin’, hangisi Rabbin bereketinin anlamına daha yakındır?