Salih Kallab
Ürdünlü yazar. Eski Enformasyon, Kültür ve Devlet Bakanı
TT

Ne gulyabani, ne anka kuşu, ne de sadık dost!

40’lı yaşlarında yetişkin bir erkeğe gulyabani ve anka kuşu hakkında bir şey bilip bilmediği sorulduğunda başını iki yana sallayacaktır. Bazı uzmanlar haricinde bu neslin insanlarının geçmişten gelen bu tür söylemleri bilmesi elbette ki gerekmiyor.
Ak saçlı bir hoca öğrencilerine “Aranızdan kim şu Arap beytini açıklayabilir: ‘İmkansızın üç olduğuna kaniyim, gulyabani, anka kuşu ve sadık dost!’” şeklinde bir soru sorsa. Belki cevap vermek isteyen bir kişi çıkar ve bir şeyler söyler. Bu soru size sorulsa belki “Bunlardan bize ne?” dersiniz. Neredeyse tüm dillere çevrilmiş yenilikler varken ne gerek var değil mi?
Fransızlar, İngilizler, Ruslar, İtalyanlar, Bulgarlar gibi geçmişleri ile ilgilenen bazı halklar vardır.
Genelde Araplar da uzak geçmişleriyle -cahiliye dönemi şiirleriyle dahi- ilgilenirler. Eski anlatılara göre, ‘geçmişi olmayanın bugünü ve geleceği de olmaz’ anlayışı temelinde himaye edilmesi ve bağlı kalınması gereken bir husustur bu.
Eskilerin geçtiği bazı aşamalardan geçmemiş yükselen neslin, aslında sırtımızı dayamamız gereken geçmişten yüz çevireceğinden korkuluyor. Zirâ geçmişi olmayanın geleceği de olmayacaktır.
Nitekim genç nesillerimizin dünya dillerine, özellikle de ana dillerine yönelik bir ilgisi olmalı. Bunun yokluğunda, bu nesillerin milletlerin medeniyetlerine erişmeleri, dünya halkları ile muhatap olmaları mümkün değildir. Tüm dünyanın artık küçük bir köye dönüştüğü göz önüne alındığında. Üstelik tüm dünya dilleri arasında bir bağlantı olduğu da biliniyor.
Elbette ki görsel-işitsel medya ve uydu kanalları var ve dünyada olup bitenlerden herkes haberdar olabiliyor. Ancak önceki nesiller dünyanın şuanki halinden haberdar değildi. Biz de bu dünyadaki her şeye, göklerde olup bitenlere, yıldızlara, güneş ve aya vâkıf olamayız. Bu noktada Cenab-ı Hakk’ın yarattıklarının göklerin ve yerin çok ötesinde olduğunu, göklerin ötesinde de bir var oluşun bulunduğunu, Allah’ın her şeye kadir olduğunu hatırlatmakta fayda var. Kuran-ı Kerim’i dikkatlice okuduğumuzda, bildiğimiz var oluşların ötesindeki başka bir kainata dikkat çekildiğini fark ederiz. Evreni yaratan ve her şeyin bilgisine vâkıf olan ancak O’dur.
Rahmetli babamın zamanında, Zerka Nehri’nin batısında kalan iki yüksek dağın arasında bir yerlerde, güzel bir suyun aktığı bir pınarın bulunduğu topraklar varmış. Ancak Zerka şehri kurulmadan önceymiş.
Anne babamız bizi erken yatırmak istediklerinde, ‘Harisan fili’ adlı bir öcü ile korkuturlardı. Yetişkinlerin bile bu hususta anlatılan hikayelerden korktuğu oluyordu. Hatta bazıları Harisan filini gördüklerini iddia ederlerdi. Harisan kelimesi, Zerka akıntısına karışan dereden geliyor. Kolay ve eğimsiz bir bölgeden çektiği için olsa gerek, sessiz bir akıntı idi.
Rahmetli amcalarından biri, hemen yanına güzel bir taş ev inşa etmiş, ancak bu evin yolu engellediğini iddia edenler tarafından yıkılmıştı. Bakmaktan hoşlandığım bir evdi.
Aslında Harisan filini gören olmadı.
Sonradan anladım ki, bu deyim hırsızların ve haramilerin aramızdan uzak tutulması için uydurulmuştu. Zerka şehrinde bir askeri okulda Harisan bölgesini tanımak için buraya gittiğimi hatırlıyorum. Ne pınar kalmıştı ne de ağaç. Harisan filini aradım fakat izine rastlamadım. Ancak yeni nesiller artık Harisan veya Harisan fili ile ilgilenmiyor.
Anne babalarının, ananelerinin hikayeleri olmasaydı çoğu bunun ‘ne gulyabani, ne anka kuşu, ne de sadık dost!’ hikayesine benzediğini söylerdi.