Bu makalenin yayınlandığı tarihte, Suudi Arabistan-İran anlaşmasının imzalanmasının üzerinden iki hafta geçmiş olacak ve bu süre zarfında siyasetçilerin açıklamaları, yazılar, gözlemcilerin yorum ve analizleri kesilmedi. Tüm bunlarda anlaşmanın iki tarafının (Suudi Arabistan ve İran) tarihsel ve stratejik önemi eksik değildi ve her ikisi de, ister eski ister modern tarihte, dünyanın ve bölgenin kaderine büyük ölçüde katkıda bulunmuş ülkeler.
Ancak en azından bu yazıda, konumuz köklülük değil, burada ilgilendiğimiz konu, son on yıllarda olumsuz ve talihsiz gelişmelerle boğuşan Ortadoğu’da nasıl bir motivasyon olacağıdır. Devrimler, üniter ve ayrılıkçı deneyimler, iç savaşlar yaşayan Ortadoğu'da, bu büyüklükte bir tarihsel adımın nasıl bir motivasyon yaşanacak? Meselemiz bu.
Son 10 yıl boyunca, ilk olarak bir çok Arap ülkesinde ulusal devletin geçmişine ve kuruluş kökenlerine iade-i itibarda bulunarak varlığını güçlendirmekle somutlaşan bir umut ışığı görüldü.
İkincisi, Arap dünyasında sürdürülebilirlik için güçlü bir şekilde gayret eden, benzeri görülmemiş ve sürekli organize adımlarla bir gelişme var.
Üçüncüsü ise, Arap dünyasında çağı gelişim, uygarlık ve teknolojik boyutlarıyla kucaklamak ve her geçen gün değişen, her saat insanlığın daha önce bilmediği ufuklara yükselen bir dünyayı yakalamakta “yeni gelenlerin” öne çıkmasından faydalanıldı.
Bu üçünün özeti şu; küresel sürecin gerisinde kalmaktan bıkan Arap ülkelerinde bir reform çabası yaşanmaktadır. Kısır ideolojilerden ve rekabetlerden kurtulan bir “yeni bölgeselcilik” ihtiyacının bu reform çabasının dışında kalması tabii ki mümkün değildi.
Bu süreç Körfez İşbirliği Konseyi zirvesi sırasında, “el-Ulâ Bildirisi” yayımlandığında doğdu. Bildiri, bölgede “uzlaşının” sağlanması ve doğrudan diyalog yoluyla tansiyonun düşürülmesi, devletler arasındaki ihtilafların yönetimi dahil olmak üzere kalıcı çıkarlara dayalı ilişkilerin yeniden kurulabilmesi için çözülmemiş konuların müzakere edilmesi çağrısında bulunuyordu.
Suudi Arabistan reformunun ülkenin kuzeybatısındaki önemli çiçeklerinden birine işaret ettiğinden zirve ve bildiri için el-Ulâ’nın seçilmesi tesadüfi değildi. Zira el-Ulâ Maşrık (Doğu Akdeniz) ve onun ötesinde Akdeniz ile temas halinde, Akabe Körfezi'ne ve oradan Kızıldeniz, Süveyş Kanalı ve Mısır'a nâzır. 5 Ocak 2021'de açıklanan el-Ulâ Bildirisinden sonra olup bitenler artık biliniyor; karşıt ittifaklar haberleri ortadan kayboldu, ardından bir kısmı geçmişteki bölgesel anlaşmaları derinleştiren, bir kısmı da yeni köprü ve yollar kuran görüşmeler ve toplantılar yapıldı. Bunun sonuçlarından biri, yine reform yolunda ve tarihinin kanlı bir döneminden kurtulmak için el yordamıyla ilerleyen Irak'ın kolaylaştırdığı ve desteklediği Suudi Arabistan-İran müzakereleriydi. Arap Yarımadası'nın güneydoğusunda bir yandan genç BAE ve devrimci İran, diğer yandan Yemen ve Hint Okyanusu ile komşu olan Umman da, diplomasi ve arabuluculuktaki güvenilir rolünü oynadı. Suudi Arabistan-İran mutabakatı ile ilgili yazıların ortak noktası, Çin'in müzakere sahnesine girerek mutabakatı sağladığı, Çin’in arabuluculuğundan önceki iki yıl boyunca, o dönemde yapılan açıklamaların gösterdiği gibi, büyük diplomatik çabaya rağmen diyaloğun mutabakatla sonuçlanmadığıdır. Gerçek şu ki, bu doğru değil, çünkü bazen müzakereler başarılı olmayabilir, ancak en azından tartışmalı konular için bir takvim belirler, her bir tarafın bununla ilgili görüşünü ortaya koyarlar. Hepsinden önemlisi, taraflardan her biri hassas ulusal çıkarlarını, hangi kısmından taviz veremeyeceklerini ve hangi kısmını müzakere edebileceklerini tanımlarlar. İşte Çin’in sihirli eli bu altın anda müzakerelere dahil oldu. Ukrayna savaşının ve dünya siyaset masasında bir başkası olmayan Çin barış girişiminin çağrışımlarıyla dolu bir anda devreye girdi. Aylar önce Riyad'da yapılan zirvelerde, Çin ve Suudi Arabistan'ın siyasi uzlaşı içinde oldukları, aralarında Suudi Arabistan petrolüne ve Arap Yarımadası'nın yakın tarihte gördüğü en büyük reform yatırımı sürecine katılıma dayalı uyumlu stratejik çıkarların bulunduğu aşikardı. İran da Çin ile Suudi Arabistan’la imzaladığı kadar önemli bir anlaşma imzalamıştı. Bu anlaşma ile Çin İran’ı ABD yaptırımlarının etkilerinden kurtarırken, İran Çin’e petrol arzı ve İran’da yatırım alanında kolaylıklar sunuyordu. Suudi Arabistan ve İran taraflarının Çin ile bu uyumları, Çin'in her iki tarafı da, dünyadaki hakim koşullara göre, ana çıkarlarını gerçekleştirmenin, üstelik bir takım faydalar elde etmenin, bir takım risklerden kaçınmanın ve birçok tehlikeli tuzağı aşmanın mümkün olduğuna, ikna etmesine olanak tanıdı.
Üç dünya gücünün (ABD, Rusya ve Çin) kazançta veya varoluşların, küresel ve bölgesel düzeyde iyi bilinen rekabet halindeki çıkarların üzücü sonuçlarında iç içe geçmiş göründükleri bir dönemde, Çin’in bu şekilde dahil olması, medyanın ilgisi açısından anlaşmayı küresel bir fenomene dönüştürdü. Burada bizi ilgilendiren, anlaşmanın, dünyanın her zamankinden daha çalkantılı göründüğü bir dönemde, aynı zamanda hem reform, hem de kalkınma ve bölgesel güvenlik arayışında olan Ortadoğu'da "yeni bir bölgeselcilik" inşa etme yolunda büyük bir adımı temsil ettiğidir. Anlaşma, sükunet ve müzakereye bir katkı sağladı, birçok büyük ikilemin çözümüne kapı araladı. Bu çözümlerin belki de en önemlisi, İran gibi büyük bir bölge ülkesiyle arada bulunan birçok engeli yıkmasıdır.
Bu adım Türkiye ile yaşananlara eklenirse, bir bütün olarak bölgeyi olumlu beklentilerde çok uzaklara götürecektir. Bazen tarihi tesadüfler önemli rol oynarlar, nitekim Türkiye ve komşusu Suriye’de yaşanan depremlerin yol açtığı büyük kayıplara rağmen, Arap ülkeleri derin insani duygularla hemen onlara havadan ve denizden yardım ve kurtarma ekipleri gönderdiler. Bu makalenin yazıldığı ana kadar, Suudi Arabistan’ın hava köprüsü yardımlara devam ediyordu. Mısır'daki zorlu ekonomik koşullara rağmen Kahire de, bu ülkelere yardım etmekte yardım ve kurtarma konusundaki uzmanlığından büyük ölçüde yararlandı. Doğanın devrimi çoğu zaman devletler ve insanlar arasındaki anlaşmazlıklarının büyüklüğünü ve kapsamını küçültür.
Kısacası, Suudi Arabistan-İran anlaşması, ister İbrahim isterse diğerleri olsun Ortadoğu bölgesinde daha önce imzalanan barış anlaşmaları, doğal gaz ve petrolle ilgili Doğu Akdeniz Forumu, coğrafi temas ve “jeopolitik” uyumluluktan yararlanan iş birlikleri için ek bir yapı taşı haline geldi. Öte yandan anlaşma, Arap ülkelerinin ulusal güvenliğini tehdit eden karmaşık yönleriyle “Yemen krizi” başta olmak üzere Sünni ve Şii Müslümanlar arasındaki içinden çıkılmaz haksız bölünmeye katkıda bulunan, Bereketli Hilal’i yeşillik ve tarımdan yoksun, radikalizm ve terörizm için bir üreme alanına dönüştüren ikilemlerin çözümüne kapı aralıyor.
Elbette tüm bunlar “yeni bölgeselcilik” yolunun daha uzun olduğunu ve karşılaşacağı testlerin çok olduğunu gösteriyor. Ancak asıl soru, bu heyecan verici gelişmelerin Araplar ve komşuları arasında barışı ve bölgesel güvenliği sağlayan kritik kitleye ulaşmakta yeterli olup olmayacaklarıdır. Bunun cevabını ne yazarlar ne de analistler verebilirler, bu daha ziyade politikacıların çalışmalarının merkezinde yer almaktadır.
Arap ülkeleri bölgemizin dünya tarihinde yeni Avrupa'nın temsilcisi olması için gayret eden olağanüstü bir kalkınma yaşıyorsa, belirsiz olmalarının belki de yapıcı (!) olduğu bir rol ve mesaj arayışında olan birçok politikacı karşımıza çıkacak demektir.
TT
Suudi Arabistan-İran anlaşması ve yeni bölgeselcilik
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة