İsrail’in uzun askeri kolu ve olağanüstü yıkıcılıktaki savaş aletleri Gazze Şeridi’ni tamamen ezip geçebilir.
Likud Partisi’nin lideri Binyamin Netanyahu, hayattayken rakibi olan İşçi Partisi lideri İzak Rabin’in daha önce açık açık söylediği dileğini (özetle bir gün uyandığında Gazze’nin tüm halkıyla birlikte deniz tarafından yutulduğunu görmek) gerçekleştirmek isterse, İsrail yargısıyla savaş uydurarak İsrail’in siyasi gerçekliğini paramparça etmeyi başaran kişi, Gazze’yi İsrail’in ‘Hiroşima’sına çevirebilir ve daha sonra da Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilebilir ve kim bilir belki kazanır da! Bunda bir gariplik de olmaz. Zira, kesin bir genellemeden kaçınırsak, pek çok örnekte, dünyanın gözleri önünde ödülün ayrımcılıkla verilerek siyasallaştırıldığı görüldü.
Bu varsayımsal analizin uzaklığı bir yana, diyelim ki böyle bir şey oldu. Bu, ne İsrail güvenliği efsanesinin üzerine çalınan lekeyi siler ne de bu ayın yedisinde sahada yaşananların etkisini değiştirir. Mısır’ın Süveyş Kanalı’nı geçmesi ve Suriye’nin baskınının 50. yıldönümünün ertesi günü, cumartesi, Hamas Hareketi ve diğer grupların yaptığı ‘gazve’, tıpkı o dönem İsrail ve tüm müttefiklerini gafil avladığı gibi şaşkınlığa yol açtı.
Acaba iki halkın üzerindeki bu kadar acı gerekli mi? Doğrudan cevap şu: Hayır, kesinlikle gerekli değil. Başka bir soru doğuyor: Her iki tarafın çektikleri acıları yaşamaları önlenebilir miydi? Evet kesinlikle. Bu da, öğle vakti gökyüzünün ortasında parıldayan güneş kadar aşikâr olan bir konunun etrafında çok fazla dolanmadan verilmiş doğrudan bir cevaptır. Ancak binlerce yıl önce eski İsrail’deki Yahuda ve Samara krallıklarının birbirlerine ve eski Filistinlilere karşı yaptıkları savaşlar ve İsrail’in 75 yıl önce doğal Filistin topraklarının çoğu yerinde bir devlet olarak kurulmasından beri böyle bir sükûnet yaşanmadı. Ancak belki de uzak bir geçmişin tünellerinde boğulmaktan kaçınıp şu anda gözlerimizin önünde gelişen bir gerçekliğin içinde kalmak şu soruya ikna edici bir cevap bulabilmemizi sağlar: Bu kadar acı neden?
Bu sorunun cevap arayışı, tarihsel olarak İngiltere’nin rolünün hatırlatılmasıyla başlıyor. İsrail’in bir devlet olarak ortaya çıkmasından önce Arap bölgesinde meydana gelen olayların çeşitli aşamalarında İngiltere’nin parmakları aranacak olursa, objektif olarak suçlayıcı parmaklar İngiltere hükümetlerine yönelir. 19. yüzyılın başından beri, 2 Kasım 1917’de Balfour Deklarasyonu’nun yayınlanmasından tutun Filistin kapılarının Yahudi göçüne açılmasından ve İsrail’in kuruluşundan haftalar önce 29 Nisan 1948’de İngiliz Mandası’nın sona ermesine kadar Filistin’de olup biten her şeyin sorumluluğunun büyük kısmından İngiliz hükümetleri sorumludur.
Londra Filistin meselelerine burnunu sokmadan önce, Filistin’de farklı dinlerin mensupları bir arada yaşayabiliyordu. Londra’nın, Siyonist hareketin babalarıyla ittifakı, bu hoşgörünün temellerinin sarsılmaya başlamasına doğrudan katkıda bulunmuş ve İngiliz askerlerini bile hedef alan Siyonist terör örgütlerinin kurulmasının önünü açmıştır.
Yukarıdakiler düşünüldüğünde, İngiltere’nin Filistin’de işgalci bir otorite olarak sorumluluklarını üstlenmemesi, her zaman onu sorumlu konumunda tutacak ve kendisine olayların geldiği noktada ne kadar payı varsa o kadar sorumluluk yüklenecek. Birçok insan, tüm bunların geçen cumartesiden bu yana yaşanan gelişmeler üzerinde herhangi bir etkisi olmadığını söyleyebilir. Evet, bu doğru, ancak geçmişi hatırlamak bazen içinde bulunduğumuz anı anlamamıza yardımcı olabilir.
Şimdi en önemli soru şu: Bu kanlı yol bizi nereye götürecek?
Kesinlikle daha fazla yıkıma. Bu açık ve aşikâr.
Bilinmeyen ise, anlaşmaların saklanan yüzüdür.
Kim bilir belki de bu anlaşmalar, Gazze’deki yerleşim yerlerini yutan ve herkesi şaşkına çeviren Aksa Tufanı’ndan önce yapılmıştı...