Terör, bir güvenlik sorunu olarak tüm dünyanın tehdit olarak kabul ettiği bir olgu.
Terörün tanımı net, hukuki karşılığı belli.
Ancak terörün tanımı siyasileştirildiği için duruma göre değişiklik gösterebiliyor, bu da bir yandan terörle mücadeleyi zorlaştırırken diğer yandan terör kavramını oldukça izafi bir noktaya getiriyor. Sonuçta tüm tanımlar buharlaşabiliyor.
Bunları İsrail, Filistin ve Filistin’in bir parçası olan Gazze ve Gazze yönetimini elinde bulunduran Hamas arasındaki çatışmalarda çok daha net gördük.
Bir kesim için Hamas terör örgütü, diğer kesim için İsrail terör devleti. İki yapı da gayrı meşru unsurları ellerinde bulunduruyor, sivil katliamı, savaş suçu işlemek gibi… Bu noktada, karşılıklı olarak gerilimin durdurulması için kalıcı kararlar alınamıyor. Çünkü bu meselenin, savaşın dahi bir hukuku olmasına rağmen, herhangi net bir hukuku yok.
Terör, elbette yeni bir kavram da değil.
Terör, Soğuk Savaş sonrası, küreselleşmenin de etkisiyle, silahların da diğer “şeyler” gibi uluslararası çapta dolaşıma girmesiyle birlikte bir güvenlik sorunu olarak dünya gündemine yerleşiyor. Tabi bu terörün küresel, uluslararası boyutu…
Yani terörün bu küresel “popülerliği”, 11 Eylül sonrası “popülerlik” kazanmış olsa da aslında Soğuk Savaş’ın sona ermesi dönemine rastlıyor.
Dönem de elbette tesadüf değil, dünyadaki güvenlik meselelerini genellikle kendi üzerinden belirleyen Batı’nın, kendini merkeze alarak oluşturduğu güvenlik tanımları olduğu için Batı’ya göre güvenlik sorunu ne ise o, güvenlik meselesi halini alıyor ve “popülerleşiyor”, günün sonunda ise bu güvenlik meseleleri, terör tanımları “oyun kurucuya” hizmet ediyor.
Batı derken, güvenlik meselelerini genellikle ABD oluşturuyor, pratikte başat uygulayıcısı olarak karşımıza çıkıyor. Avrupa Birliği (AB) ise, meselenin teorik, hukuksal boyutuyla ilgileniyor. Ve bu güvenlik tanımları, güvenlik politikaları Batı’nın merkezinden dünyanın geri kalanına servis ediliyor. Terör gibi önemli bir güvenlik meselesi de elbette bundan nasibini alıyor.
Uluslararası ortamın aslında anarşist bir yapısı var zira merkezde bir otorite yok. Her ne kadar uluslararası kurumlar ortaya çıkmış olsa da bu, böyle… diğer yandan devletler, bu uluslararası ortamda meşru aktörler olarak kabul edilirler ve bu meşru otoriteliğin göstergelerinden biri de meşru güç kullanma hakkını ellerinde bulundurmalarıdır. Ancak bunlar sadece devletlerin kendi sınırları içerisinde geçerlidir. Yani bir ülke, durup dururken bir başka ülkede “güç kullanamaz” kullansa dahi bu meşru sayılmaz, ulusal egemenliğin, ulusal güvenliğin ihlali ve elbette bir suç olarak kabul edilir, yaptırımı mevcuttur. Bunu da uluslararası sistem bu şekliyle oluşturmuş ve işler hale getirmiştir. Ancak…
Ancak mesele Batı merkezli güvenlik politikaları olunca, kurduğunuz cümlelerdeki “ama’lar, ancak’lar” bitmez. Çünkü…
Çünkü Batı merkezli tasarlanmış olan uluslararası hukuk, ülkelerin kendi kaderlerini tayin hakkından, ulusal egemenlikten, ulusal güvenlikten bahseder ancak mesele kendi coğrafyalarının dışında bir yer olunca, örneğin Ortadoğu olunca işler tersine döner, ama’lar, ancak’lar havada uçuşur. Yani Afganistan’ın, Irak’ın, Filistin’in ulusal egemenlik, ulusal güvenlik hakları, kendi kaderlerini tayin hakkı rafa kalkar.
Neden?
Aslında nedeni çok net.
Batı merkezli güvenlik anlayışı, bir güvenlik, bir terör tanımı yapıyor ve tüm dünyaya bu sınırların dışına çıkılmamasını aksi halde bunun türlü sonuçları olacağını söylüyor.
Ancak mesele kendisine, kendi çıkarlarına gelince terör tanımı değişiyor, ulusal egemenliğin dokunulmazlığı kolayca ihlal edilebiliyor. Yani, meşru güç kullanma yetkisini gayrı meşru bir biçimde uygulayabiliyor ve hesap vermek istemiyor, zaten de vermiyor. İşte tam olarak bu nedenle bu kadar çok terör vurgusunda bulunuyor. Çünkü…
Çünkü terör kelimenin tam manasıyla her anlamda meşru alanın dışına çıkmaktır.
Devletler ise terörle mücadele etse dahi o meşru zeminin dışına çıkamaz, çıkmamalıdır. Ama pek ala çıkıyorlar.
Herkese meşru bir güç kullanma biçimi belirleyen muktedir ülkelerin, bu meşruluğa ilk olarak kendilerinin uymaları gerekiyor ancak bu belirlenmiş sınırların ve tanımların dışına ilk olarak kendileri çıkıyor ve bunun faturasını ödemek istemiyorlar. “Terörle mücadele” sihirli bir kavram, tüm sabit zemini yıkıp dağıtabiliyor, dolayısıyla devletler de, Batı merkezli güvenlik politikaları da, meşruluğu kendileri belirledikleri için bu kavramların ne ifade ettiğini gayet iyi biliyorlar ve kendilerine gayrı meşru eylemler konusunda hesap sorulmak yerine müsamaha gösterilsin diye terör varken de yokken de sık sık terör kavramını kullanıyorlar.
Tabi kendilerine bir şey olmuyor, olan Ortadoğu’daki binlerce masum sivile oluyor.
Afganistan, Irak, Suriye ve Filistin’de, Gazze’de olduğu gibi…
Bir bakıyorsunuz Üsame bin Ladin üzerinden Körfez’i terörist kabul ediyorlar, Irak’a, Afganistan’a fütursuzca girebiliyorlar. Bir bakıyorsunuz Hamas’ın terör örgütü olduğunu söylüyor ve İsrail işgalini ve bu işgale sessizliklerini, onlarca savaş suçuna rağmen meşru gösteriyorlar.
Elde kalıyor “terörle mücadele” iddiası altındaki terörle edilmeyen mücadele ve binlerce masum sivilin kanı. Yani terörle mücadele dışında her şey. Yani terörün de arayıp bulamadığı, tam olarak istediği şey; kendisi gibi gayrı meşru olanaklar.