Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Zorlama ve tercih meselesinde gerçekten kendi irademize sahip miyiz?

Bazı okuyucularımız, insan yönlendiriliyor mu yoksa tercih mi ediyor konusundaki eski tartışmaya kesinlikle aşinadır. Bu, basit bir sorudan ortaya çıkan bir tartışmadır; bir insan, yaptığını Allah'ın dilemesi ve ilmi ile yapıyorsa, o zaman yaptıklarından sorumlu değildir, bu durumda nasıl cezalandırılıyor. Allah bir şeyi takdir eder ve aynı zamanda diler, sonra da kulunu dilediğini yaptığı için cezalandırır mı?

Bunun İslam tarihinde bilinen bir konu olduğunu söylemeliyiz. Son yüzyıllarda, tartışma günahı, failin kasten işlemesine ve yaptığının günah olduğunu bilmesi gerçeğine bağlayan genişletilmiş bir anlayış lehine sonuçlandı. İnsanlar bu anlayışa iki aşamayı ayırdıktan sonra ulaştılar; eylemi gerçekleştirme gücü ve eylemi gerçekleştirme iradesi. Mesela ormanda yaşayabilirsiniz veya tüm paranızı bağışlayabilirsiniz ancak çok az kişi bunu yapar. Ezici çoğunluk ise alternatif seçenekler “istiyor.” Bu, bazı şeyleri yapabileceğiniz ancak yapmak istemediğiniz için yapmadığınız anlamına gelir. Tercih etmenizin ve irade sahibi olmanızın anlamı da tam olarak budur. Buna dayanarak insanın çoğu eyleminde tercih ve seçme hakkına sahip olduğu söylenmiştir.

Bu ifade makul ve şüphe götürmez görünüyor. Ama gelin, günümüz insanının -hissetsin ya da hissetmesin- son derece güçlü medya ve reklam araçlarının kontrolü altında olduğu veya toplumun geleneklerine, kanunlarına ve kültürüne tabi olduğu, bunun da insana istediğini değil de kendi istediğini yaptırdığı şeklindeki yaygın söylemi tartışalım.

Bu görüşü savunanlar, günümüz insanının artık bir iradesinin olmadığını, çünkü istediğini tercih etmediğini söylüyorlar. Onlara göre reklam ve medya araçları kimi zaman bilim, kimi zaman politika, kimi zaman ekonomi, kimi zaman da halk sağlığı kisvesine bürünüyor. Ayrıca, örneğin Amerikan başkanını seçenin sandık başına giden bireysel seçmenler değil, seçmenleri tercih ettikleri ve destekledikleri kişiye ikna etmek için yarışan propaganda kuruluşları olduğunu da söylüyorlar. Dolayısıyla seçmenler sandık başına gittiklerinde ikna olmaları istenen adaya oy vermek için ikna olmuş bir halde oluyorlar.

Aynı durum bireylerin beslenme davranışları için de geçerli, yerel çevrenin ihtiyaçlarını yansıtabilecek şekilde ebeveynlerinin alıştığı yiyecekleri yemiyorlar. Daha ziyade reklam ajanslarının teşvik ettiği şeyleri, yani onlara mutluluğun, büyüklüğün veya sağlığın sembolü olarak sunulan şeyleri yiyorlar. Giydiğimiz kıyafetlerin türü, kültürel tercihlerimiz, şirketlerimizde takip ettiğimiz çalışma sistemleri vb. için de aynı şey söylenebilir. Biz bu görüşü savunanların dediği gibi tercih ederek değil, yönlendirilerek yaşıyoruz. Kimsenin bize bunu zorla yaptırmadığı doğru, keza yollarımız üzerinde yürüdüğümüz yoldan ayrılmamızı engelleyen fiziki engeller de yok. Ancak biz tercih ettiğimiz gibi yürümüyoruz, reklamlara ya da toplumun kaprislerine göre ya da şunun ya da bunun uyandırdığı meraka göre yürüyoruz.

Bu, kişinin içinden gelen ve onu özgürce tercih ettiğini düşündüğü belirli davranış yollarına doğru iten, ancak gerçekte yalnızca önceden belirlenmiş tercihleri gören bir tür görünmez kontroldür. Bu nedenle, ilk bakışta özgür olduğunu zannetse bile, onun tercihi özgür bir tercih değil, belirlenmiştir.

Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau, devletten önce gelen doğal toplumun ortadan kalktığı ve hukukla yönetilen sivil toplumun ortaya çıktığı düşüncesi bağlamında bu paradoksu ilk gündeme getiren kişi olabilir. Rousseau alaycı bir şekilde şöyle der: “Yasanın hapishanesine ayaklarıyla giren ve sonsuza kadar özgür kalmayı başaran bu adam ne kadar aptal!”

Rousseau, mutlak özgürlüğe sahip ancak güvensiz bir yaşam (örneğin ormanda) ile yarı özgür ancak güvenli ve rahat bir yaşam (yasa altında) arasındaki paradoksu ortaya koymak istiyordu. Bununla okuyucuya bir kişinin neden ilk özgürlüğünden vazgeçmeyi tercih ettiğini ve ikincisinde feda etmeye değer bir şey bulup bulmadığını açıklamak istiyordu.